25219393916_6d3d653ac7_h
Halil’le, yolda kalan aracımı yaptırmak için sanayiye uğradığımda tanıştım. Uzun boylu, sık sarı saçlı, yeşil gözlü, yakışıklı bir çocuktu. Estetik kuğu boynuna sahipti. Boynunu arkadan gören, bir kadına ait olduğunu düşünebilirdi. Bazen olur: Bir kadının vücudunun bir kısmı, bir erkeğe ait gibi görünebilir. Bu durum, bir omuz ya da iri bir ayak olarak tecelli edebilir. Aslında o uzuv, ona mucizevi bir armağandır… Halil’in de kuğu boynu, ona eşsiz bir sıra dışılık katıyordu. Bir kadın seni, sende bir şey gördüğü için seçer. Biz erkeklerin gözüne batan bir kusur, kadınlara çekici gelebilir.

Kendisine sunulan harikulade kısraklarla çiftleşmeyi reddeden safkan bir aygır varmış. Bulabildikleri en güzel kısrakları getirmişler, fakat aygır hepsinden uzaklaşmış. Derken tecrübeli seyisin aklına bir fikir gelmiş. En güzel kısrağı çamurla sıvamış ve aygır hemen onunla çiftleşmiş. Aygır, kısrakların karşısında aşağılık duygusuna kapılıp kendini kötü hissediyor; kısrak, çamurla çirkinleşince kendini eşit, hatta üstün hissedip ona atlıyor. İnsanlarda da bu böyledir…

Tabelasında “TEYFİK USTA” yazan izbe bir tamirhanede çalışıyordu. Teyfik Usta, onun çırak oğlu ve Halil. Yalnız üçü. Küçük bir kriko, kırmızı yağdanlıklar, yağ tankeri, boş bir varil, kirli askeri yeşil benzin bidonu, üstüpü ve bezler… Tamirhane, ancak bir aracı içine alabilecek boyuttaydı…

Halil’in Othello Sendromu yaşayan bela bir karısı vardı. Patolojik kıskançlık hastalığı tehlikelidir. İkimiz beraber dışarı çıksak beş dakikada bir arar, benim sesimi duyup emin olmadan telefonu kapatmazdı. Kimi zaman Halil’e yüksek sesle “AŞKIM, SEVGİLİM, KARICIM” dedirtirdi. Böyle şeyler bana komik gelir, güler geçerdim. Bir gün arabayla dışarı çıktığımızda yine aradı. Halil de yüksek sesle “CANISI, AŞKISI, DIŞKISI” diye böğürdü. Karısı Kezban çok sevindi. Kikirdek kahkahası telefondan taşıyordu. Telefonu açık tutmasını, ortamı dinlemek istediğini söyledi. Halil telefonu açık bir şekilde arabanın içine bıraktı. Bu kadar ağır baskıya karşın Halil, hayatımda gördüğüm en sık aldatan kişiydi. Onu markaj altına almak, küçük bir deliğe sahip bahçe hortumunu başka yerden bükmek gibiydi… Ya en geniş bulduğu yerden fışkırır ya da gördüğü herhangi bir deliği genişletir. Pek işe yaramıyor demek!..

Halbuki çüküne kamera bağlasan, yapacak kişi pilin bitmesini bekler, sonra yine işini görürdü. Bence karısının onu bu kadar kıskanması kocasına olduğu kadar kendine de duyduğu güvensizliktendi. Böylesi zayıf karakterdeki bir kadından her erkek soğurdu. Bana kalırsa bu kıskançlık taktikleri, Halil’in aldatma yeteneklerini daha da geliştirmişti. Belki karısı bu kadar üstüne düşmese, özgür bıraksa, Halil kadınlara daha ilgisiz davranacaktı. Ancak bu baskı onu daha da kamçılıyor, dayak yiyen çocuğun hırçınlaşması gibi o da kabına sığmıyordu. Bu baskılı günlerde dışarı çıkıp kaçamak yapamaması, onu evde kuduz köpeğe dönüştürüyordu. Kimi zaman karısına çok sakin davranırdı. Ancak biriktirdikleri onu boğduğu zaman da meşhur soğukkanlılığını kaybediyor ve ejderha modu aktif oluyordu. O zaman onu en iyi, bir kasırga anlatırdı. Bunu çok iyi bilen karısı, o an dünyanın en edilgen kadını pozuna bürünürdü. İnsanın, güçlü olduğundan değil, en iyi uyum sağladığından bugünlere gelebilmesinin bilimsel kanıtıydı Kezboş…
Halil’le gece dışarıda gezerken bir çorbacıda durduk. Torpidoyu açtı. Cırcır ve lokma takımlarını gösterdi. Arabadan inip bagajı açtı ve bana iki klavye gösterdi. İki farklı tip tuşlu bilgisayar klavyesi; birisi siyah, diğeri kirli beyaz.
–  Birisi ofisteki klavye, diğeri annemin evindeki bilgisayarın.
– Bilgisayarların klavyelerini neden söktün?
– Sökmedim yahu; aynılarından aldım. Kezboş aradığında bu klavyelere basarak çıkan sesle annemde ya da tamirhanede çalışıyorum diyordum. Torpidodakilerle de tamirhane efekti veriyorum. Bana inanmadığı zamanlar klavyelere basarak çıkan sesleri dinliyor. İki yerin klavyesinin arasındaki ses farkını bile ayırt edebiliyor. Bak bu siyah olan tamirhanenin klavyesi. Bu beyaz olan da annemin evindeki bilgisayarın klavyesinin aynısı. Ama artık konum da istemeye başladı. Ama ben ona da taktik geliştirdim.
– Nasıl?
– Bir program keşfettim. Nerede olduğunu hiçbir önemi yok. Gözünü yumup haritada bir yer seçiyorsun. Ekrandaki minik oku oraya sürükle, istediğine gönder. Tak diye ordasın…

Yine bir gece Kezban konum istemiş. Bizimki de sanayide mesaiye kaldığını söyleyip el alışkanlığıyla oranın konumu yerine, o gece escort çağırdığı otelin adresini atmasın mı? 🙂 Taksiyle otele gelmesi için escorta oranın konumunu gönderdiği için, eski kalan konumu dalgınlıkla karısına göndermiş. Daha sonra Kezban’ın oteli basışı var ki… Evlerden ırak. Ömre bedel! Neyse ki bizim oğlan escort karıyı bir şekilde ekmiş ve hızla otelden tüymüş. Korkusundan bir hafta da eve gitmemiş…

Halil’in bir de sevgilisi vardı. Tam bir küçük oro*pu. 20 yaşlarında bir dilber; ismi: Kumsal! Parlak mavi, ışıltılı denizlerin son bulduğu sonsuz kumsalları andırıyordu. Yeri geldiğinde bir kum tanesine bakarak tüm evreni tarif edebilirsiniz. Kumsal’a bakarak ise nice evrenler olabileceğini gözünüzde canlandırabilirdiniz. Gülerse yüzünden renkli çakıl taşları kucağınıza dökülürdü. Tam bir afet, esmer güzeli, seksi bir şıllık. Oro*puluk yapsa paraya para demezdi. Ama onu ne mutlu ederse, onu yapardı. Hem çok zeki, hem şımarık. Dışarıda hanımefendi, mutfakta aşçı, evde filozof! Şaşırdınız tabii. Başka bir şey bekliyordunuz. Fakat gerçekten evde filozof kesilir, her şeyi bildiğini sanan aptallar gibi boyuna konuşurdu. Ben böyle zamanlarda hiç sözünü kesmem, susana kadar onu dinlerdim. Bazen güzel şeyler anlattığı da olurdu. Halil gece metresiyle aynı evde kalmak istediğinde bana ihtiyacı olurdu. Çünkü karısı gecenin bir yarısı telefona beni isteyebilirdi.

Yine bir gece üçümüz aynı yerde kalıyorduk. Halil yüksek alkolden sızmıştı. Muhtemelen iki kumanın aynı evde mutlu yaşayabildiği güzel bir rüya görmekteydi.
Kumsal ile konuşmaya başladık. Ben çakırkeyiftim; yani yarı sarhoş. Ama belli etmemek için dudaklarımı ısırıp az az gülüyordum. Kumsal ise alkol ve hapla iyice kafayı bulmuştu.

Halil ilk tanıştıklarında ona evli olduğunu, görüşmelerinin doğru olmadığını söylemiş. Kumsal şöyle cevap vermiş:
– Napiyim karın varsa? Erkek değil misin, ikimizi de idare et işte!.. Hem o zaman daha güçlü ve çekici görünürsün.

Halil gülmüş… Böylece arkadaşlıkları başlamış. Uzun süre aralarında hiçbir şey olmamış. Önce iyi arkadaş, sonra dost, ardından sevgili olmuşlar.
Halil ona ilişkinin başından beri yamuklum diyormuş. Aslında bu lakap yanlışlıkla ona konulmuştu. Çünkü birinden duyduğu yavuklum sözünü yamuklum olarak algılamış. Az kitap okuyan insanlarda buna sık rastlanır. Tüm sözcükleri, duyduklarından ibaret sanırlar. Oysa insanın ağzında sese dönüşen her harfin o insana has bir fonetiği (ses bilgisi) vardır. Herkesin harf kullanımı ve harf örgüsü farklıdır. Kulaklar da aynı duymadığına göre; sözcüklerdeki harfleri yanlış algılayabiliriz. Okursanız doğrusunu gözlerinizle görürsünüz. Tabii disleksi değilseniz. Ancak bu kızın muhteşem bir başa çıkma yeteneği vardı. Kendindeki bir çirkinliği bile eleştirseniz onu olumlu olarak algılar, güler geçerdi. Yamuklum ona tam oturmuştu, çünkü tüm dişleri çapraşıktı. Yamuk yumuk dişleri ağzında onu daha sevimli hale getiriyordu. Her zaman 16 yaşındaki bir kız gibiydi. 40 yaşına da gelse bu çocuksu dişleriyle 25, bilemedin 30 gösterirdi.

Dayanamayıp sordum:
– Peki karısına gidip onunla yattığı geceleri kıskanmıyor musun?
– Karısına soksa ne olur ki? Nasıl olsa çıkarıp bana getirmeyecek mi? İçinde bırakacak değil ya!..

Terbiyesiz olduğu için ona duyduğunuz nefreti, samimiyetinden doğan sempati yerle bir ederdi. Elindeki elma şekeri, meyve hizasına kadar yense bile, bitmesin diye elmasına kıyamayan, ısırmak yerine onu da yalayan çocuk gibiydi. Birden kanım kaynadı.

– Karısını hiç kıskanmam, onun çok iyi bir insan olduğunu düşünürüm. Hatta ona duyduğum saygıyı tarifte kelimeler kifayetsiz kalır.
Bense bunun suçluluk psikolojisiyle öyle olduğunu düşünüyordum. Oysa gerçekten samimi olarak kadını seviyordu. İşte öylesi sevimli bir kumaydı. Ayrı evde yaşayan minik, sevimli bir kuma.
–  S*kdaş değil miyiz? İdareli kullanmamız lazım. Sonuçta ikimiz de aynı şeyi paylaşıyoruz. 🙂
dedi ve devam etti…
– Ben karısı olmak yerine metresi olmayı tercih ederdim; hala da öyle. Karısı çocuklarına bakar, zorluklara göğüs gerer, banyosunu temizler, gömleklerini ütüler. En sonunda onu tertemiz olarak hazırlar ve bana gönderir. İşte ben bunu seviyorum!..

Henüz 17 yaşındayken 45 yaşında bir iş adamıyla İstanbul’da 5 yıl birlikte yaşamışlar. Adam 5 yıl boyunca evli olduğunu ondan saklamış. Sonra bir şekilde ortaya çıkınca da şu evli erkek yalanlarını sıralamış:
1. Sevgimiz bitti; ama ilişki, çocukların hatırı için sürüyor.
2. Onu bırakamıyorum; bensiz yapamaz. Yoksa bir dakika bile durmam.
3. Onu bırakırsam intihar edebilir. Sevmiyorum ama ölmesini de istemem.
4. Avukatıma talimat verdim, mahkeme sonuçlanana kadar aynı evdeyiz. Yapacak bir şey yok!
5. Aynı evdeyiz; ama inan odalarımız ayrı.
6. Aynı odada yatıyoruz; ama inan bana bebeğim yataklarımız ayrı. Hanasının hamu! 🙂

Evli olan erkekler, bu yüzden onunla sevgili olmazlarsa kızmazdı. Ama onunla evli olduğu halde görüşenlere de kızmazdı. Yeter ki yalan söylemesinler. Kızdığı tek şey buydu. Öyle değişik bir kız işte…

– Hiç normal bir hayat istemedin mi?
–  Normal bir hayat isteseydim belediyede çalışırdım. Bir şirkette sekreterlik yapar ya da bankacı falan olurdum. Normalden kastın ne? Asansörlere sığmayan koca bebek arabalarıyla hafta sonu avm’ye doluşup kocasıyla fastfood tıkınanlar gibi mi?
Gülümsedim.
– Evet, onlar gibi.
– Ben en iyi bildiğim işi yaparım. Özgür olduğum ve beni mutlu eden işleri.
– Ama hiçbir iş yapmıyorsun ki!
– Demek ki böyle özgürüm. Böyle de mutlu..

Halil’i aldatıp aldatmadığını merak ediyor, çekindiğim için ona soramıyordum. Hayır çekindiğim için değil; kötü bir şeyler duymaktan korktuğum için. Heyecanım arttı:
– Onu hiç aldattın mı?
– İstesem de yapamam… Bana öylesine güveniyor ki… İnsan, böylesi bir güveni nasıl kötüye kullanır. Biliyorsun; güveni kötüye kullanmak diye bir suç var. 6 aydan 2 yıla kadar hapis… Bana güvendikçe, ben ona hiç kıyamıyorum.
–  Ama 45 yaşındaki eski sevgilini aldatmıştın değil mi?
–  Defalarca… Aldattım, çünkü beni eve hapsediyor, dışarı tek çıkmama bile izin vermiyordu.
– Peki nasıl aldattın?
– Plazadaki kapı görevlisinin oğluna veriyordum.
– Ondan yakışıklı mıydı?
– Kapıcının oğlu mu?

Evet anlamında başımı salladım.
– Yok canım, benimkinden bile çirkindi.
– Benimki derken?
Birden ayağa kalktı, arkasını döndü ve kıçına iki sert şaplak attı. İşte aynı buna benziyordu. Kıçım gibiydi…
Gülerek sordum:
– Peki o zaman neden yaptın, Kumsal?
– Ben sadece bir şeyi kanıtlamak için yaptım! Kendimle yarışır gibi yattım onunla. Evden her kaçtığımda, zincirlerinden kurtulan bir köpek gibi ona koşuyordum.
– Kırdım diyorsun zincirlerini; evet köpek de çeker koparır zincirini, kaçar o da ama halkaları boynunda taşıyarak.
– Belki öyle… Yalnız çok hoştu… Bizimki kumarda oyunda, halka boynumda; kapıcı da koynumda…

Halil’i aldatmamıştı… Peki yalan söyledi mi?
– Halil’e hiç yalan söyledin mi?
– Yalan söylemeyen insan var mı? Yalan söylemedim diyemem. Yalan söylemem diyen insan, o cümlede yalan söylüyor bir kere. Ben yalnızca onu üzmek istemediğim konularda yalan söyledim. Doğruların bile yalan olduğu dünyada yalan söylemek ne ki?
– Demek onu üzmekten bu kadar korkuyorsun?
– Elbette… Arslanım o benim, yiğidim. Bana bakar, evimin kirasını öder. Onu nasıl üzerim.

Yaşına göre daha olgun, 40 yaşına basmış dul kadınların kuracağı cümleler kullanıyordu. Bu onun, erkenden çile çekip yaşlandığını gösterirdi. Ha bir de Arslanım deyişi çok hoştu. Aslında r’leri söyleyebiliyordu, ancak r harfinin ardından gelen s harfinde dili damağına fazla sürtüyordu. O zaman da arslan, ağzından ARFLANIM gibi çıkıyordu. Bu küçük ayrıntı onu oldukça sempatik kılıyordu.
Benimse bu dil sürçmesine sürekli gülesim geliyor:
“Yahu zaten bu hayvanın ismi arslan değil. Bu kız aslan bile diyemiyor; hem kelimeyi yanlış okuyup, bir de üstüne yanlış telaffuz ediyor.” diye düşünüyordum.
– Ben ona kapris yapmaya bile kıyamıyorum. Zaten Kezboş onu yeterince sıkıyor. Hatta bazen şakasını bile yaparız.
– Nasıl?
– Halil derim yeter! Yıpranmasın ver şunu, yastığın arasına koyar uyurum. Hatta bazen derim yeter, azcık da Kezboş’a kalsın. Hepsini yutmam yani. 🙂

Öyle yırtık ki… Bir gün tutturmuş, Halil’in annesiyle tanışmak istiyor. Halil kızı vazgeçirememiş. Çaresiz gidip annesini iknaya tutuşmuş. Kezban duymasın diye de annesini sıkıca tembihlemiş. Liseden arkadaşım diye eve götürüp valide hanımla tanıştırmış. Annesi kızı pek sevmiş. Halil salonda Kezban’la telefonda konuşurken, kızla annesi mutfakta koyu bir sohbete tutuşmuşlar. Tam kahveler hazırlanıyorken annesi bakmış bizimki sade kahve hazırlıyor:
– Ne sadesi kızım? Halil bol sütlü-şekerli içer. O çocuktur, baldır ayol!
Kumsal çok şaşırmış. Neyse salona kahveleri götürmüşler. Halil utana sıkıla sütlü ve şekerli kahveyi içmiş. Yıllarca sırf şekil olsun diye Kumsal’la gezerlerken acı kahveler içiyormuş. Dışarda sade, evde bol sütlü-şekerli. Böyle de karizma peşinde biri işte…

Bu oturduğu evi ilk kiralama hikayesini anlattı:
Ev sahibi bekar kıza güvenmeyip kiraya vermiyormuş. Üç kız arkadaş kaynatırken emlakçıyla telefonda konuşuyorlarmış. Arkadan iki kız arkadaşın olaylara girme çabası, seslenmeler, şakalaşmalar… Emlakçı,
– Ev sahibinin kesin emri; tutacak kişi ya evli olacak, ya nişanlı, ya sözlü!
Kızlardan biri ‘peki sevgili olur mu?’ deyince, emlakçı,
– İyi hadi onu da kabul ede… diyemeden bu sefer bizimki arkadan lafı yapıştırmış;
– Emlakçı beyyy, peki metres olur mu metresss?..
Kulakları az duyan yaşlı emlakçı arkadan bağırıyormuş:
– Evin metresi mi? Ev 70 metrekare, yetmiişşş!..
– Amcacım sende de iş bitmiş. Hem ben küçüküm, olsam olsam santimetres olurum ayol… : P
Gülmeye başladı. Gülünce tüm bedeniyle gülenlerdendi. Yalnızca dudaklarıyla değil… Dişler, gözler, kirpikler, kaşlar, saçlar, boyun, iki omuz… Ya gözleri! İki siyah bilye tanesini, iki kara boncuğu elle yerleştirsek, daha güzel duramazdı…

Merak etmeyin ona yürümüyordum; bir yandan zihnimde Juanito çalıyordu:
Bir öğlen Halil’in yanına uğradım. İş yerinde sağ kapı camı patlak, müşteriye ait bir Megane vardı. Camın nasıl kırıldığını Halil’e sordum.
– Teyfik Usta gece arabayla evine giderken yanından geçen bir kamyondan seken taş, aracı bu hale getirmiş.
– Yahu trafikte herkesin yanından araba geçiyor, kimsenin camı kırılmıyor. Bu iş böyle olmamıştır.
– Herhalde öyle olmadı leyn!
diye arkadan bir ses geldi. Tamirhanenin yan tarafından elinde tombul Efes şişesiyle Teyfik Usta geliyordu. Onu ilk kez görüyordum. Görmez olaydım. Pejmürde kıyafetler içinde resmen dökülüyordu. Yıllarca binildikten sonra, kenara atılmış bir bisiklet gibiydi. Onu ilk kez gören biri, kağıt toplayıcısı sanabilirdi. O kadar siyahtı ki, denizde tankerin petrol sızıntısına maruz kalan zavallı katran kuşlarını andırıyordu. Yazın sokakta yanmış bir erkek çocuğu gibi karaydı. Sanki çocuktu da birden büyümüştü. Zencilerin dişleri nasıl ki bize parlak gelirse, onun da mavi gözleri, bana daha da mavi gelmişti.

–  Olay öyle olmadı, dinleyecekseniz anlatayım hergeleler! Akşam arkadaşlarla rakı-balık yapıp biraz eğlendik. Sarhoş olduğum için araba sürmek istemedim ve araçla gece deniz kıyısına indim. Arabanın direksiyonunda tek başıma oturuyorum. Deniz hafif dalgalı. Dalgalar katı bir jöle kütlesi gibi sallana sallana sahile vuruyor. Denizin yeşil köpükleri, sanki tonlarca bira denize dökülmüş gibi havaya sıçrıyor. Canım da çekti. Kafam çatlayacak gibi, bir türlü ayılamıyorum. Biraz toparlasın diye bagajdan bir bira kapıp geldim. Biramı içip çerezimi yedikten sonra açık olan camdan boş şişeyi savurmamla arabaya ateş açıldı. Hemen yere yattım. Beş dakika bekledikten sonra baktım kimsecikler yok. Son gaz basıp eve geldim. Yolda ne trafiğe takıldım, ne bir lambada durdum.
– Ama usta yalnızca sağ cam kırık ve hiç mermi izi yok.
– Ulan hırt! Ben nerden bileyim? Demek boş şişeyi denize atarken sağ cam açık değilmiş! 🙂
Yanlarından ayrıldım.

Akşam Halil’le buluştuk. O da başka bir müşterinin arabasını almıştı. Sarı, beş kapılı hoş bir arabaydı. Halil sarı renge takılmış gibiydi. Sarı silikon kayışlı bir Casio takardı. Saçları güneş sarısıydı. Sarı araçlara bayılırdı. Müşterinin emanet ettiği aracın sarı olması feleğin bir armağanı. Arabanın dikiz aynasında sanırım müşterinin oğlunun minik bir fotoğrafı ve kırmızı dijital rakamlı ışıklar göze çarpıyordu.

Aracı sürerken bana dönüp dedi ki;
– Tavuk karası hastalığım için araştırma yapacaktın; ne oldu?
– Retinitis Pigmentosa: Gece körlüğü ya da halk arasında tavuk karası diye geçen hastalık. Bu hastalığa yakalananlar çevrelerini, karanlık bir tünelde, diğer uçtan gelen trene bakar gibi görürler. Tünelin ortasında ışık olur, fakat çerçeve karanlıktır. Gündüz görüş iyi olsa da gece semptomlar artar. Tıpta ne yazık ki çaresi yoktur. Yüksek oranda A vitamini almak gerekir. Hastaya balık yemesi önerilir.
– Vay be… Bu tür hastalıklarda doktora gidiyorsun. Ne için?.. Sadece şunları dinlemeye:
Sevgili hastam, sana bir iyi, bir de kötü haberim var! İyisinden başlıyorum…
İyi: Bu hastalık kanser değil; bundan ölmezsin.
– Aman doktor meraktayım, kötüsünü de söyle.
Kötü: Bu hastalık ömür boyu iyileşmez. Tıpta çaresi yok!
– Aq ne anladım ben bu işten?

Gerçekten de Halil’le gece dışarıda gezdiğimizde zaman zaman kaldırımları fark edemez, ancak bana tutunarak ilerleyebilirdi. Aşırı karanlık yerlerde yolunu bulmak için cebinde taşıdığı 30 cm’lik metal, manyetolu-gürültülü bir fener vardı. Neden bu kadar eski bir fener kullandığını sorduğumda, en azından pil değiştirmekle uğraşmadığını söylerdi.

– Onu boşver şimdi. Asıl bende daha ciddi bir rahatsızlık var!
– Halil, dedim; yoksa, yoksa…
– Hayır, öyle bir şey değil. Ben geceleri uyuyamıyorum. Onun yerine gündüz normal istirahatimi yerine getiriyorum. Gece sabaha kadar sokaklarda gezmeye bayılıyorum. Dükkana da öğleden sonra geliyorum. Bu duruma usta ve müşterileri de alıştırdım. Ben geceyi seviyorum. Bunun tıpta bir adı var mıdır? Geceyi Sevmek.
– Çaresi var: “Çelik  – Gece Sevme” dinleyebilirsin mesela.
Şehir dışına bir pavyona gidiyorduk. Geceyi sevmeye, eylenmeye… 🙂 Aracı o sürüyor, bense gece karanlığında arka koltuktan parlak yol çizgilerini izliyordum. Yolun yarısında bol ışıklı bir tünele girdik. Ben gece girilen tünellere bayılırım. Sonra Halil’e baktım. Sarı ışıklar parlak suratına vurup daha da ışıldatıyordu. Çift elle sarıldığı direksiyonu bırakmadan yola bakıyordu. Tamirci olduğu için çok iyi araba kullanıyordu. Gece iyi görememesine karşın, kendi arabasıyla gece mesaisine çıkan bir taksici kadar rahattı. Tünelde biriken asfalt sıcaklığına, yaz akşamının rutubeti karışmıştı. Serin rüzgarlarla havaya savrulan yanık lastik kokuları burnumuza hoş geliyordu.

Tünelden çıktıktan sonra bir kasabanın içinden geçerken Halil’in yüzüne baktım. Yol kenarındaki ağaç gölgeleri üstümüze düşüp bizi kesiyordu. Cama başımı dayayıp uzaklara daldım. Dağ eteklerinde çarpık, minik, köhne evler vardı. Naylonla kaplanmış, telle tutturulmuş eski pencerelerin çok azında ışıklar yanıyordu. Birden o evlerin boş olduğunu düşündüm. Uzun zaman önce terk edildikleri hissine kapıldım.

Halil zaman zaman yoldaki diğer araç sürücülerini eleştiriyordu. Ona göre bizden yavaş giden herkes aptal, hızlı gidenlerse manyaktı.

Pavyonun önünde birkaç araba daha park etmişti. Dışarıdan duyulan renkli ve dumansı müzik kulağımızı tırmalıyordu. Güzel bir masaya geçtik. Masamıza kadınlar gelmeye başlıyordu. Hepsi o kadar kısa giyinmişti ki, aslında giyinik olsalar daha seksi olacaklarını düşündüm. İç çamaşırlarıyla gezmeleri beni pek etkilemiyordu. Halil, esmer ve uzun boylu bir kadınla sohbete başladı. Gece hayatında kısa boylu kız yoktur, kısa topuklu kız vardır. Hepsi öyle topuklular giyer ki, siz iskemleye çıksanız onlara anca yetişirsiniz…

Ada… Kız gerçek bir esmer güzeli afetti… Yüzündeki boyaları akmış halde, bir otel sabahında onunla aynı yatakta uyandığımı düşündüm. İşte… Güzelliğinden eser kalmadı… Kimse çocuğunu pavyonda çalışsın diye doğurmaz. Kimse küçük bir kızken, ilerde pavyonda çalışma hayalleri kurmaz. Kim hamal ya da taksi şoförü olmak ister? Küçükken bu hayalle yaşayan birini tanıdınız mı hiç? Ama işte hayat… Hepimiz ünlü olmak isteriz. Düşkünleri, başarısızları, köprü altında yatanları kimse kıskanmaz. Peki ama neden burada? Dışı parlak, sert, sulu; ama içi kurtlu elmaları andırıyordu. Nemli, pırıltılı dişleriyle öyle gülüyordu ki, bir anda tüm sorunlarınızı unutturacak sanırdınız. Büyüleyiciydi…

Müşterilerinden nefret eder, onlara benzemekten kendini alamaz, yavaş yavaş en nefret ettiği kişiye dönüşür. Bir sabah kalkar, bir bakar ki en çok eleştirdiği kişi oluvermiş. Peki bu nasıl oldu? Birine karşı duyulan korku, bilinçaltında tutkuya dönüşür. Birisinden ne kadar nefret ederseniz, ona dönüşme oranınız o kadar yüksek olur!

Benim yanıma ise Ada’nın kardeşi olduğunu söyleyen koyu tenli bir kadın oturmuştu. İsmi Eda… Ben ilgisiz görünmeye çalıştım. Genelde en iyisi budur. Onu görmezden geliyordum ama görülmeyecek gibi değildi. Çok güzeldi. İncecik bir beli vardı. Zaten erkek ya da kadın, ince bir bele sahipse giydiği her şey yakışıyor. Beli ince olan az çirkin insana rastlamışımdır. Beğenimi hemen belli etmek istemiyordum. İnsanlar fark edilmek isterler. Hele ki herkesin dönüp baktığı, çıldırdığı birini siz fark etmiyorsanız, bu kez o sizin için yanıp tutuşacaktır. Mamafih, kimse dışlanmak, yok sayılmak istemez.

Buğday rengi bir ten yapısı vardı. Gözleri mikroskopla yakın çekim yapılmış bir sineğin gözlerine benziyordu. Sanki göz bebeklerinin içinde arı kovanındaki parlak peteklerden gördüm. Ağzından bal damlayan arının kıçında zehirli iğne olduğunu unutma! Kurdun da sütü beyaz olur ama; görünüşe aldanma!.. Bukalemun şekil değiştirir ama yine de kendisidir.

Zayıf yüzünde en belirgin şey şakaklarıydı. Bir kadına göre çok belirgindi. Bu sıra dışılık onu daha çekici kılıyordu. Ön dişlerinden birisi hafif eğik ve çapraşıktı. Belki bu esmer de aynı kaderi paylaştığı ablası gibiydi. Zengin müşterilerin parasını, zeki müşterilerin aklını, belalı müşterilerin adını kullanıyor; en serseri tiplisine vurulup ölümüne tapıyor, tüm parasını da ona kaptırıp beş parasız kalıyordu.

Halil’le kız kalkıp daha sota (elverişli) bir masaya geçmek için üst kata geçtiler. Ne yapacakları belliydi. Yüzyıllardır yapılan, herkesin “ayıp” deyip yapmıyormuş gibi davrandığı şeyi. O iş görülüp çocuk doğduktan sonra, toplumdan dışlanmamak için şu iki duygu sürekli baskılanır:
1. Kavga etme dürtüsü.
2. Seks dürtüsü.

Şu anda okuduğum kitaptan söz ettim.
– Gabriel García Márquez’in bir kitabını okuyorum.
– Adı nedir? Belki ben de başlarım.
– Anlatmak İçin Yaşamak.
– Ah; çok güzel. Ben de yarın almak istiyorum. Aldatmak İçin Yaşamak. Tam da bana uymuş…
Gülümsedim.
– Anlatmak İçin Yaşamak, ANLATMAK…
–  : )))))))))))
O kadar güldü ki. Gülünce güzelleşmeyen bir yüz görmedim. Ama bu kız gülünce gerçekten bambaşka biri oluyordu. Serin ilkbahar gecelerinde yüzüme damlayan minik yağmur taneleri gibi, yüzünden çevreye ışıltılar saçıyordu.
Mutluluk; yağmur damlalarının istediğin yere düşmesi.
Mutluluk; rüzgarın istediğim kadar esmesi.
Bu gece mutluluk; bu kızın benimle birlikte gülmesi…

Garson ikimize de içki getirdi. Ona gelenin yüksek fiyatlı olduğunu biliyordum. Genelde hızlı içerek müşteriyi yolarlar. On dakika geçirmiştik ve daha bir yudum bile almamıştı.

Kız zeki… Belli ki sapyoseksüel… Kendimi olduğumdan daha aptal göstermek istiyordum. İnsanlar kendisinden zeki olduğunu düşündüğü birisine kendini kanıtlamak için durmadan konuşur. Zeki olduğum halde aptal rolü yaparak benden soğumasını sağlamak, çok iyi sürdüğün bir bisikletten düşmek kadar zordu. Aslında aptal bir insan kendini zeki gösteremez. Bunu istese de yapamaz, eğreti durur. Zeki biriyse kendini aptal gibi gösterebilr. Ama o gece bunu yapamadım; sanki günümde değildim. Belki yapabilseydim, yazgımı tümüyle değişebilirdim.

Onunla bir şey yapmak istiyor muydum? Belli ki daha fazla para kazanmak istiyordu. Halil diğer kadınla üst kata çıkınca benim de onunla ilgileneceğimi düşündü. Eşrefpaşa’da tanıştığım taksici Nedim abinin anlattığı taktiği uygulamıştım:
“Ben geneleve gitmeden önce mutlaka otuz bir çekerim. Yatakta çok daha geç boşalırım. Aynı paraya böylece daha fazla zevk yaşarım.”

Bense yeni tanıştığım kadınla buluşmaya giderken asla abazan olmam. Eğer o sırada libidom yüksekse, ya başka bir kadınla yatarım ya da mastürbasyon yaparım. Cinsel doyuma ulaşmış bir erkeğin kadın karşısında şansı iki kat fazladır. Büyük oranda fiziksel bir aktivitedir ve genelde elimizde değildir. Seks isteğiniz yüksek olur ve buluşmada onu çok arzularsanız, bu hata yapmanıza, onu alttan almanıza ve kontrolü elden kaçırmanıza neden olabilir. Kadını istemiyormuş gibi görünen erkek, aynı zamanda kadına istediğini yaptıran erkektir. Kadına istediğini yaptırmak içinse, önce kadını istemiyormuş gibi yapmak gerekir.
Böylece hislerimi daha iyi kontrol eder ve onun karşısında güçlü durabilirim. Testosteron beni değil, ben onu yönetirim. Bu gece de öyle yapmıştım. Ama Eda bunu bilmiyordu..

Sanki onu yıllardır tanıyor gibiydim. Belki böyle olması daha çekici geliyordu. Henüz ilk tanışmada yıllardır tanıyormuşuz gibi sıcaklık duyduğumuz, kendimizden bir şeyler bulduğumuz insanlardandı.

Konuşurken müziği bastırmak için kulağıma eğilerek konuşuyordu. Sıcak nefesiyle gıdıklanıyordum. Elindeki sigarayı havaya kaldırarak şarkının bitiş sonesine eşlik etti… O an dayanamayıp dudaklarına yapıştım. Nikotinli dilini emerken dişlerimi ısırmaya başladı. Ağzının tadı haşlanmış ıspanak buharı gibiydi. Sonra yüzüne gelen saçlarını ellerimle kütle kütle ayırdım. Bana baktı… Saçlarını kokladım. Yeni yıkanmış çarşafı sobada isle tütsüleseler böyle kokardı.

Neden bilmiyorum, onunla yeni bir hayata başlayabileceğim düşüncesi beni heyecanlandırdı. Tünelin ucundaki ışıktan farkı yoktu. Geçerken tepsiyle masamıza çarpan garsona bir küfür savurdu. Küçük, zararsız bir küfür. Adi kadınlardandı. Hayatı bitik olanlardan. Satranç oynarken ilk hamlelerde, henüz avantaj sağlayamadan vezirini yedirmiş birini andırıyordu. Bense gambit yaparak, bu gece onun için kendimi feda ediyordum. Konuşmaya başladım:
– Burası sessiz olsa, zaman daha yavaş akardı. Gürültülü müzik ve renkli ışıklar beynimizi oyalayarak daha zor sıkılmamızı sağlıyor.
– Biliyor musun hayatımda kendimi güvende hissettiğim tek yer burası.
– Yani sevdiğin birinin yanında olmaktansa bu batakta daha mutlusun. Peki neden?
– Çünkü sadece burada bir yığın insan benimle bir dakika geçirmek için can atıyor.
– Bu yaptığını doğrulayıp seni değerli kılmaz. Herkes kendini özel ve ayrıcalıklı bulur. Hatta kahvede okey oynayan gençler, bulmaca çözen huysuz emekliler bile…
– Burasının en iyi okul olduğunu düşünüyorum. Çevrene bir bak; şu oro*pular genç yaşlarında, senin bundan sonraki hayatın boyunca edinemeyeceğin kadar tecrübe edinmişlerdir.

Onunla öpüşmek çok kolaydı, buna dayanmaksa çok zor. Aşkın en güzel bu ilk günlerini uzatmak için kedinin fareyle oynadığı gibi onunla oynuyordum. Aslında cezayı yalnızca o çekmiyor, uzattıkça kendime de çektiriyordum. Ama bu acı daha çok hoşuma gidiyordu.

– Arkadaşın hala gelmedi. Sen de benimle yukarı odaya gelmek ister misin? Korkma ısırmam. Hem bak bu sefer para peşin diye tutturmayacağım. O zaman adamlar zor ereksiyon oluyorlar… 🙂

Prensipliydi; ama sadece kendi işine yarayacak konularda. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz ki?.. Yatma ihtimalinin olmadığı aptal bir kadını dinlemek oldukça sıkıcı olabilir. Yatabilirdik… Onu dinlemek bu yüzden mi bana güzel gelmişti?

Çok arzuladığımız birisiyle birlikte olup cinsel esrimeye ulaştıktan sonra onu istememe, hatta için için nefret etmenizin nedeni de bu! Aşk, sadece türün hayatta kalması, soyunu devam ettirmesi ihtiyacıdır. Bunu yaşayan herkes, acıyı eninde sonunda olağanüstü bir hayal kırıklığıyla tadacaktır. İşte bu yüzden oro*pular, ücreti siz seks yaptıktan sonra değil, önce alırlar.

Oysa benim zamanım yoktu, hem ona verecek param yoktu! Hem gerek de yoktu…

Sertçe HAYIR dedim.
–  Peki ama neden?
– Parayı, insanlardan çok seven insanları sevmiyorum!
– Önemli değil, senden önemli hiç değil. Paranı isteyen kim?
Gözlerimi gözlerine diktim. Çekik gözlerinin çukuruna oyulmuş iki parlak karaltı…
– Seni tanıyor muyum?
– Ne fark eder ki?
– Ayıkken ya da sarhoşken söylenen sözler ne kadar birbirinden uzaksa o kadar fark eder.
Halil’in merdivenlerden indiğini gördüm. Belli ki işi bitirmişti. Hesabı ödedim ve çıktık. Çıkarken arkamızdan masum bir çocuk gibi bakıyordu. Esmer, şımarık bir erkek bebek gibi hayatından yavaş yavaş çıkıp gidiyordum. Ve en acısı, o bana “kal” diyemiyordu.

Valeye güzel bir bahşiş verdim. Kapının önünde bir midyeci kararmış beyaz havlusunu omzuna atmış müşteri bekliyordu. Midemiz kazınıyordu. “Havlularınız ne kadar da hijyenik,” deyip onar tane midye yedik. Ardından Halil bir sigara yaktı. Tek gözü kısık, ağzında sigara, çok sevdiği ishal rengi arabasına atlayıp mekandan ayrıldık.

– Biliyorum, beni tanıyordu.
– Yahu o zaman sen onu nasıl tanımadın?
– Bilmiyorum, belki makyajdan…
– Ona aşık olmadın değil mi?
– Hayır olmadım!
– İnsan aşık olduğunda neler yapabileceğini yalnızca aşık olduğunda anlar. Güzel olduğu için ona aşık değilsin, ona aşık olduğun için sana güzel görünüyor.

“Eyvah” diye bağırdı. “Kadına parayı vermeyi unuttum!” Arabayla geri dönüp pavyona yeniden girdik. Ama böyle bir şey nasıl söylenir bir türlü dilimiz varmıyor. Gözlerimiz görüştüğü kadını arıyor, ancak bulamıyordu. Bir garsonu kolundan tuttum ve,

“Affedersin kardeş, biz temin buradaki esmer hanımı s*ktik de. Parasını ödemeyi unutmuşuz, onu getirdik. İsmi Ada.”
Çocuk şaşırarak bize baktı. Parayı kendisi vereceğini söyleyip aldı. Pavyondan tam çıkıyorduk ki Eda’yı gördüm! Görmez olaydım…
Gözleri, baktığı insanların röntgenini çekiyordu sanki. Tüm dikkatini üstümde toplamıştı.

Halil’e döndüm:
– Birinin sana olan ilgisini nasıl ölçersin?
– Bana olan ilgisinden!
– Bunu yaşadığıma inanmıyorum. Kimileri böyle bir an için bir ömür bekler. Neden ellerim uzanıp onu sarmalamak istiyorken, ayaklarım geri geri gidiyor?
– Çünkü bazen birisinden uzaklaşmak için birine yakınlaşman gerekir.
– Ben eski sevgilimi unutamazken, o bunu nasıl başardı?
– Aşık olacağın kişiyi sen seçmezsin, kimse seçmez. Duyguları kontrol edemezsin. Onlar kolay kontrol edilememesi ile ünlüdür. Duyguların diledikleri gibi davranırlar, sonra da seni kontrol ederler. Ona el sallayarak mekandan ayrıldım. Arkamdan masumca bakıyordu. İnsan, birini kalırken değil, asıl giderken özlüyor… Ama yaşamak kadar düşünmek de güzelmiş. Birleşseydik aşk olmazdı…
– Acı ve haz kardeştir. Gülmekle ağlamak da öyle. Ama çok seviyorum ve üzülmemesi için görüşmüyorum. Gerçekten bir insan çok sevdiği için biriyle görüşmek istemeyebilir mi, Halil?

– Gerçekten birisini çok sevdiği için, onu sevgisiyle cezalandırabilir mi? Kendini öldürebilir mi? Öldüğünde herkesin, ona olan sevgisinin katlanacağı hissine kapılma yanılgısına düşebilir mi?
– Üzülerek söylüyorum ki babamın ölümü bile aşk acısı kadar canımı yakmamıştı. Yokluğunun acısı bambaşkaydı.
– Onu tanıyordun değil mi?
– Unutmaya çalıştığım eski sevgilim oydu! Ben onu çok eskiden sevmiştim!
– Burada başka hayatlarda bir şeyler araması seni unutamadığı anlamına gelir mi?
– 5 senelik ilişkimizde beni hiç aldatmadı.

– Onu yakalamaman aldatılmadığın anlamına gelmez!
– Görmediğin şey de olmuş sayılamaz!
– Teyfik Abi böyle durumlar için; ‘Aslanım bir derdin mi var; al içkiyi bir yerde tek başına sarhoş olana dek iç. Zira ben öyle yapıyorum.’ derdi.
– Yahu Halil, o herif zaten her akşam içiyor. Müptezelin tekini bana örnek gösteriyorsun. Bu arada Tevfik olacak, Teyfik değil.
– Demin olacak, temin değil. 🙂

Sarı arabamız kapıdaydı. Mekandan ikinci kez ayrıldık.
– Seven insan bir kere sevdiğinin parasını harcamaya kıyamaz. Bunlarda insana saygı kalmamıştır ki. Dikkat etmedin mi gece boyunca yanlışlıkla onun içkisini içmişim. Bana bunu ancak gecenin sonunda söyledi. Bunun bir taktik olduğunu düşünüyorum.
– Herkesin bir mesleği var. Doktorlar da yeri gelince hastalarını müşteri olarak görmüyorlar mı?
– İkisi aynı şey mi, emin değilim. Onunla tanıştıktan sonra gördüğüm her kadını, ona benziyor ya da benzemiyor diye ayırdığımı nerden bilebilir ki? Ona benzeyen bir partner arıyorsam, aşkım bitmedi ve onu hala seviyorum demektir. Daha da ayıbı var. O kadınlar bu benzerlikten bihaber, onları sevdiğimi düşünüyorlar.

– Sen yine de mutlu olmaya çalış, çünkü mutsuzluk zaten kendiliğinden olur.
– Kimi zaman kendi hayatımı değil de başkasının hayatını yaşıyor gibi hissediyorum. Bu sende hiç oldu mu?
– Nasıl bir his?
– Yani hayatımdaki kararları sanki ben almıyorum. İlahi bir güç beni ve duygularımı yönlendiriyor…
– Bunu daha önce yaşamadım. Ama sarhoşken yaptıklarımı kontrol edemem.
– Kastettiğim bu şekilde bir kontrolsüzlük değil. Yoksa kontrolsüzlüğü ben de sevmem.
– Peki ne?
– Sen evlisin, bense bekarım. Benim kaybedecek bir şeyim yok, ama senin var. Benim bir çocuğum yok! Bir ailem yok, evde beni bekleyen birisi hiç yok! Ölmek benim için fark etmez, ama senin için eder! Beni bir otele bırak, şehre dönmüyorum!

– Sen hayatımda tanıdığım en farklı, en çelişki dolu insansın. Sen manyak mısın?
– Evet, otelde iniyorum.
– Ailen olmadığı için, onların dışında kaybetmekten korktuğun sahiden kimse yok mu?
– Var mı?.. Bunları düşünerek nasıl güçlü olunur, bilmiyorum. Bana kimse öğretmedi.
– Öğrenilen değil, hissedilen bir şey bu! Umarım bir gün birini, gücünden daha çok sevebilirsin. O kişi ile geçirdiğiniz zaman ya da onun varlığını bilmek bile güçlü hissetmekten daha güzel. Sonrasında o kişiyi kaybetsen bile, birlikte geçirdiğiniz zamanla kazançlı olursun.
– Bence sen fazla duygusalsın Halil.

Halil’den bir sigara istedim ve içmeye başladım.
– Sen sigara içmezsin ki!
– Biliyorum, bugün içmek istiyorum.

Dudaklarımda müstehzi bir gülümseme belirdi ve devam ettim:
– Gerçeği kucaklayıp seni kaybetmek, bir yalanı sürdürmekten daha iyi değil midir?
– İnsan, dünyada ya kaybettiği ya da arayıp bulamadığı şeyleri birisinde gördüğü an, o kişiye tutkuyla bağlanır.
– Ama o yalnızca para için orada. Artık bunu o kalın kafana sok!
– İnsan çok sevdiği kişilerin hatalarını görmezden gelir ve iyi özelliklerini efsaneleştirir. İnsan doğasının en büyük zaafı bu!..
– Bence sen dünyadaki her şeyin aslında para için olduğunu görüp, günün birinde kahrolacaksın! Dünyadaki bütün ilişkiler ve arkadaşlıklar bir çıkara dayalıdır Halil.
– Ben onu kastetmiyorum.
– Bazı insanlar, o an için bize istediklerimizi veriyorsa, onların kötü yanlarını görmek istemeyiz. Sen de beni anla.
– Tamam seni şu otelde indiriyorum. İyi sabahlar.

İnerken üstümdeki paradan bir miktar Halil’e verdim ve otele yerleştim. Ahşap parkelerin gıcırdadığı tozlu resepsiyondan geçtikten sonra odama çıktım. Oda tuhaf bir şekilde umduğumdan temizdi. Beyaz çarşaflar arap sabunu kokuyordu. Banyoya girdiğimde üstümden akan sigara dumanı rengi sular duş deliğini helezonik bir biçimde dönerek dolduruyordu. Kendime o denli kirli geliyordum ki… Çok günah işledim, biliyordum. Yarın onu yeniden bulabilirsem ‘iyi bir hayat sürdüm ve artık güzelce ölebilirim’ diyeceğim.

Yatakta gözlerimi tavana dikip onu düşündüm. Yıllar önce kaybettiğim o güzel sevgilimi… Gözlerimi yumduğumda beyaz duvarlar ve oda dönüyordu. Tavanda, onun renkli silüeti ve disko topu gibi dönen pavyon ışıkları göz kapaklarımı kamaştırıyordu. Yüksek sesli müzikten hala kulağım çınlıyordu. Ah Eda; ah!… Gözlerimi kapatınca karşımdasın, açınca yine karşımdasın; sen beni bir gün öldüreceksin, ya da çok mutlu edeceksin.

Öğleye doğru şiddetli baş ağrısıyla otel odasında uyandım. Senden uzak bir otel odasında şimdi yalnızım… Artık yalnız değilim. Bekle eski aşkım, ben geliyorum. Sana geliyorum Eda!..
İnsanın kaderi karakteridir. Bu kadının peşinden gitmeliyim. Bana gösterdiği yarım yamalak ilgi bile öylesine güzeldi ki. Aslında her ilgi güzeldir. Beni mutlu eden insanlar gereksiz değildir. Beni mutsuz eden insanlar ise pek gereksiz değildir. İkisinden de bir şeyler öğrenebilirim. Annem ölmeden önce hep,
“Sevgi azalır ama asla bitmez; ta ki onu görene dek… Sonra yeniden alevlenir.”
derdi. Ne kadar da haklıymış.

Ucuz otel kahvaltısını kaçırmıştım:
Kireç beyaz peynir, zehir tuzlu zeytin, sarısı kararmış haşlanmış yumurta, pörsümüş karpuz, tuzsuz salatalık, lastik salam, bayat ekmek, bit kadar gül reçeli, yalandan peçeteye sarılmış plastik çatal-pıçak… Bunları düşününce pek de bir şey kaçırmadığımı fark ettim.

Araba Halil’de kalmıştı. Bir taksi çağırdım ve eski alışkanlıkla ayaklarım beni semtin sanayisine götürdü. Taksici bana o denli samimi davranıyordu ki, onu tanıyıp tanımadığıma emin olamadım. Ben de ona iyi davranmaya başladım. Bir yandan arka koltukta yerel gazetedeki heyecansız, donuk haberlere göz gezdiriyordum.

Taksici, içinde üç tek kalmış, ezik bir sigara paketini arkaya uzattı:
– Alır mısın abi?
Paketin içinden dışarı çıkmış üç tek sigaraya baktım.
– Sigara kullanmıyorum.
–  Sanki kullanıyor gibiydin abi.
– Üstüm hala sigara mı kokuyor?
–  Yo öyle değil de…
–  !

Sanayinin göbeğinde konuşlanmış, kireçli mermer zeminiyle çirkin bir görüntü oluşturan fışkiyenin önünde taksiden indim. 3. sınıf bir esnaf lokantasında nohut, pilav ve cacık yedim. Hani bu masalarında çeşmeden doldurup, kendi dolaplarında soğuttukları plastik su kapları olan o güzel lokantalardan. Tamahkar olmayan esnaflardan… Yemeklerin tatları gerçekten çok güzeldi. Esmer ekmek olmaması tek eksikleri. Ücret o kadar azdı ki, kalkarken ödediğim bahşiş toplam hesaptan fazlaydı.

Yaya olarak sanayiden çıktım ve sık ağaçların sardığı ormanlık alana doğru yürümeye başladım. Sürekli Eda’yı düşünüyordum. Akşam pavyonun açılacağı ve kadınların mesaiye başlayacağı saate kadar aklımı oyalamam gerekliydi. Ormanlık alanda yalnız başıma yürürken birden hafif bir yağmur başladı. Neden bilmiyorum, gözlerimden yaşlar geldi. Ağaçların arasında olanca gücümle koşmaya başladım. Mutluluk, şu anda yağmurun yüzüme vurması…

Renkli çiçeklerden oluşan ıslak ovadan, kiremit örgülü fabrika bacasından çıkan siyah dumanın gökyüzündeki dansına baktım. Havada öyle güzel dönüyordu ki, ufukta çıkan gökkuşağını kirletmeden renk cümbüşüne koyu tonlar katıyordu. Tüm renkler kirlenirken birinciliği beyaz vermiş olabilirler. Ama bugün siyahla tüm renkler kirlenmekte, kirlenerek güzelleşmekteydi.

Ağaçların arasından geçerken yüzüme takılan örümcek ağlarını sinek kovar gibi savuşturdum. Ayağım bir kum kütlesine takılınca başımı yere çevirdim. Karınca yuvaları ve onların yanında yatan ölmüş bir solucanın, simsiyah karıncalarla kaplı olduğunu fark ettim.

O kadar gezip yorulmuşum ki bir ağacın dibinde uyuyakalmışım… Saat 2002’de uyandım ve hızla pavyona doğru yola koyuldum. Taksiden indiğimde koşarak içeri daldım. Bizimle ilgilenen garsonu buldum. Geçen gece, unuttuğumuz parayı teslim ettiğimiz çocuktu.
– Eda ile görüşmek istiyorum.
– Eda hanım bugün gelmedi. Telefonunu aradık ama kapalıydı. Dün buradaki arkadaşlarına işi bıraktığını söylemiş.
– Sen şaka mı yapıyorsun? Daha dün bana o kadar umut verdi.
– Buradaki kadınlar kimseye umut vermez abi. Sen ne almak istiyorsan onu alırsın. Sende ne eksikse onu tamamlarlar. Bir kadın seni, sende bir şey gördüğü için seçer. Bu kimi zaman sende gördükleri eksiklerdir. Hayatları boyunca aradıkları tüm özelliklerin bir insanda olamayacağını bilseler de, bu arayış sonsuza dek sürer. Bu dünyada kendin gibi kalabilmek en büyük savaş. Bu savaş bir kere başladı mı hiç bitmez.

Çocuk bu kadar şeyi nasıl biliyordu. Peki bu kadar şeyi bilen adamın burada işi neydi? Benim burada işim ne?
– Peki Ada nerde? Beni onunla konuşturabilir misin?
– Burda Ada diye birisi yok!
– Emniyet kemerimin olmadığı bir kazada camdan çıkmış gibi hissettim. Karın kaslarımda seğirmeler başladı.
– Eda var; ama Ada diye birisi yok! Doğru anlamış mıyım?
– Evet abi. Ben 11 aydır buradayım. Bizde öyle birisi hiç çalışmadı.
– Biz dün gece, Ada hanımın parasını unuttuğumuz için sana getirip teslim ettik ya!
– Ben öyle bir para almadım.
– Kamera kayıtlarını istiyorum. Patronunuzla görüşmek istiyorum!

Çocuk patronunu çağırmak için içeri gitti. Hışımla koşarak kapının önüne vardım. Ellerindeki sarı-siyah arama dedektörleriyle kapıda dikilen iki vale, sıkıcı bir sohbete tutuşmuştu. Bahşiş verdiğim valeyle konuşmaya başladım:
– Dün gece sarışın bir erkek arkadaşımla mekana geldim, beni hatırladınız mı?
– Seni hatırladım abi de, dün gece buraya yalnız geldin.
– Yahu ne yalnızı, yanımda Halil diye bir arkadaş yok muydu?
– İçerde varsa bilemem, ama abi ben kapıda tek seni gördüm! Arkadaşına baktı, o da umarsızca başını çevirdi. O üniformalar içinde zarbo gibi davranıyorlardı.

Kaybolmuş ceylanını arayan anne geyik gibi midyeciye döndüm:
– Yahu kardeş, bari sen söyle! Biz, dün gece arkadaşımla midye yemedik mi? Hatta havlunun hijyenik olduğuyla ilgili espri bile yapmıştım.
– Gece siz tektiniz abi.
– E siz diyorsun bak. Yanımda birisi vardı değil mi?
– Ben Mardinliyim abi. Biz doğuda büyüklerimizden öyle gördük. Abi dediğimiz insanlara siz diye hitap ederiz.
– Peki ben dün kaç midye yedim?
–  20 tane…
Hayatımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Garson içerden çıkıp geldi.
– Abi bizim patron seni çağırıyor. Para mevzusu galiba.

Rutubetli, bordo halıfleks koridordan geçip patronun yazıhanesine girdim. Nohut oda bakla sofa bir yer; minicik bir oda. Kapitoneli siyah deri koltukta oturan adam, kırk yaşında yoktu; oysa daha yaşlı gösteriyordu. Üzerinde siyah-beyaz çizgili bir gömlek vardı. Sol elinin kalın kıllı bileğinde, dökümlü metal kordonuyla altın bir Audemars Piguet sallanıyordu. Kalın puro, kristal kül tablasında yanıyordu. Kesme cam bir viski bardağı, onun yanında renkli yaz meyveleriyle dolu, yarısı yenmiş büyük bir tabak, masanın arkasında kapısı aralı mini boy bir buzdolabı gördüm. İçerinin ses yalıtımı düşündüğümden daha iyiydi. Yalnızca bas sesleri davul gibi duyabiliyor, şarkıların ezgisini kestiremiyordum. Odada, 16 adet minik televizyon vardı. Ekranlarda siyah-beyaz kamera kayıtları görünüyordu. Dünün tarihini açtık. Heyecandan kalbim pıt pıt ağzımda atıyordu. Video çaların çubuğunu tam pavyona girdiğimiz saate getirdiğinde beynimden vurulmuşa döndüm! Görüntülerde yalnızdım. Bir kadınla konuşuyordum. Esmer ve güzel kadınla. Fakat bu Eda’ydı.

– Ama Eda’nın bir kardeşi vardı; ismi Ada!
– Öyle birisi yok! Burada hiç olmadı!

Kapıdaki güvenlik kamerasının yerini sordum. 1. kameraydı. Yalnız burada kameralara tıpkı otellerdeki gibi numaralar vermişlerdi. Otelde nasıl ki 1. kattaki ilk oda 101 ise burada da kamera kodları 1001, 1002, … 1016 olarak devam ediyordu. Beni beynimden vuran da 1001 numaralı kamera olacaktı. Ama bunu nerden bilebilirdim? Bu, girişteki kapı kamerasıydı. İzlemeye devam ettik. Halil’le pavyona geldiğimiz görüntü yoktu. Kameradaki görüntüleri sildiklerini düşündüm. Patron, sağ eliyle havadaki hayali bir topu yerde sektirir gibi aşağı yukarı salladı ve sabır mesajı verdi. Derken kapıya bir taksi yanaştı. Taksiden indim ve tek başıma pavyona girdim.

– Yanlış! Bu geceyi gösteriyorsunuz!
– Bekle…

Zaman ilerliyor… Patron, ekrandaki çubuğu ileri doğru çekiyor… Derken görüntülerde pavyondan çıkıyoruz. Bir dakika; ama ben tekim! Tek başıma çıkıyorum. Valeye para vermiyorum, sadece elini sıkıyorum. Elimde sigarayla kapıdaki taksiye biniyorum. Beni bugün otelden alıp sanayiye götüren taksici bu! Beni görünce midye yemeyi bırakıp arabasına koşuyor. Onu tuhaf koşuşundan hemen tanıyorum. Bir süre sonra, geri dönüp içeri giriyorum. Unuttuğum parayı vermeye ve aşkımı görmeye. Ardından pavyondan yine çıkıyorum. İçerde uzun süre kalmışım. Bu çıkışımda ekranın köşesindeki saate bakıyorum: 2332

Patronun elini sıkarak dışarı çıktım. Kapıdaki taksiciyle konuşuyorum;
– O gece ben buraya kiminle geldim.
– Tektin abisi. Tek başınaydın.

Keskin jileti çiğnerken duyulacak acı beni anlatırdı. Kanada’da derileri için diri diri soyulan fokların attıkları çığlıklar işte şimdi içimde yankılanırdı.
Halil’e telefon açtım.

– Neden beni bırakıp şehre döndün?
– Ben buradayım, sen nerdesin?
– Onu bırak! Sen dün gece nerdeydin?
– Bir aracın motorunu indirmek için Teyfik abiyle mesaiye kaldık. Birlikte hem içtik, hem çalıştık.
– Oğlum ben karın değilim lan! Bana doğruları söyle!
– Biz seninle bir aydır görüşmüyoruz. Bize bakım için bıraktığın arabayla Teyfik Abi gece kaza yaptığından beri küsüz, farkında mısın?

Houston, We Have a Problem! Az önce kabin basıncını kaybettik!

– Neden onlar olmadan yaşayabileceğimi her defasında kendime kanıtlama ihtiyacı hissediyorum?
– Onlar olmadan zaten yaşayabilirsin. Hepsinden birden vazgeçtin. Bu ne anlama gelir?
– Bu, vazgeçtiğim tüm insanların toplamından daha değerliyim demek.
– Hayır, sen kaybettiklerinsin. Sanki yavaş yavaş kaybettiğin insanlara dönüşüyorsun. Aslında senin hiçbir şeyden haberin yok!
– Çoğu zaman kendimi, çamurlu yağmur sularında akıntıya kapılıp oradan oraya savrularak akan küçük bir dal parçası gibi hissediyordum. Böyle zamanlarda herkes bana ağır gelmeye başlıyor; hatta kendim bile… Tek başıma kimsenin bilmediği bir yere defolup gitmek istiyordum. Dün gece hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum.

–  Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibisin.

– Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibiyim.

– Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibisin.

– Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibiyim.

– Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibisin.

– Soğuk kış günlerinde, kapkara dallarıyla kasvetli bir şekilde bekleyen, üzerinde tek bir yaprak bile kalmamış ıssız bir ağaç gibiyim…
Doktrin: “İnsan bazen bir yalana inanmak ister; hatta o yalana, bir gerçekten daha çok inanmak ister. Çünkü o an ihtiyacı olan tek şey odur.” -ck-