Karşıyaka Lunapark’ın karşısında 3. sınıf bir barda Faruk’la yan yana oturuyoruz. Yüksek bar tabureleri neye yarar? Üzerindeyken ayaklarını yere basarak güvende hissedemezsin, kaygan boru yüzeyine ayakkabını koyarak rahat etmek istesen kayar gidersin…

Her yerde Norveçli sütlaç çocuğun kazandığı Eurovision şarkısı çalıyor. Merak ettiğim de: Bu şarkı Eurovision’da 1 numara olmasaydı, o şarkıya tesadüf eseri yabancı radyoda denk gelen kaç kişi kanalı değiştirmeyecekti?

Kıçını silmeyi bilmeyen yumurcaklar misali kafalarını müzikle bir sağa bir sola sallayan bar kızları. Güncel pop şarkılarla başlayan gece, tekno ile devam ederken; kafası alüminyum olanların peçeteyle gönderdikleri tuhaf istekleriyle türkü bar tadında sona yaklaşırken seviye, en son Sentello ile halay çekmeye kadar düşer…

Dip ortam, dip adamlar. Yan masada ya geyik yapan zat-ı muhteremler, ya da memleketi kurtarmayı bıraktığı oranda sakal bırakan gözlüküstü entel-dantel tipler. Beyaz sakallı bir tanesi, karşısında duran ve gecenin sonunda adisyona yazılan her bardak elma suyuna 40 Lira ödetecek olan hatuna 80 Anayasası’ndan söz ediyor. Yaşı başı aşmış bazı adamların burada olmalarına hayıflanır, bir yandan da “Onlar buradaysa burada olmak benim hayli hakkım.” diyerek kendini haklı çıkarırsın.

Faruk, dinleme modundan çıkmış boyuna bir şeyler anlatıyor da ben dinleme havamda değilim. Normalde iyi dinleyici olduğu için yanımda ve bunu ona itiraf edemem. Ama o anlattığında gözlerine bakmakta zorlanıyorum. Onu dinlemem, dinliyor görünürüm. Ona bakarken aklımdan geçenler, sözünü bitirdiği an ona söyleceklerimden ibaret…

Babam da berbat bir dinleyiciydi zaten. Hep isterdi ki o anlatsın herkes ağzının içine baksın. Günün adamı hep o olsun. Maçı kurtaran golü atıp man of the match olsun. Babam demişken, Faruk’la konumuz babamın bize atmak üzere olduğu kazık. Eurovision’un, soyulmuş yumurta kıvamında parlak çocuğu şarkıyı bitirdi. Canlı müzik başladığında ilk isteyeceğim şarkı: “Zekai Tunca – Gülü Susuz Seni Aşksız Bırakmam!”.

Ama olmadı. Başka bir yabancı şarkı başladı: “Dale Don Dale.” Önde o çaladursun arkada, bilinçaltında bir yerlerde bende çalan da Şuydu:
“…Sevgilin aşık altındaki Corsa’ya…
…mirasçısıyım bir kadeh içkinin,
Babam kazık attı kendi oğluna!..”

Acı çekiyordum. İçimde birşeyler kırılıp dağılıyor, sonra yeniden birleşmeye çalıştığında ıslak deniz kumunu dişlerimle çiğnemişcesine çene sinirlerimi kamaştırıyordu. Faruk “Boşver!” dedi. “Abartıyorsun. Sanki dünyanın sonu geldi! Bu ne surat olum!…”

“Tabii ya.” dedim. “Senin hayatında bir şey değişmiyor benim başıma bir şey geldiğinde.”

Sonra gözlerinin içine baktım ve dedim ki: “Sevdiğin hata yaptığında hatanın boyutuna bakarsın. Onu affedebileceğin kadar küçükse önemsemezsin. Biraz büyükse özür diletir ya da biraz naz yaparak affedersin gider. Ama affedemeyeceğin kadar büyükse o an zamanı geri almak için her şeyini verirsin.”

Kafasını salladı ve devam ettim. “Affedemeyeğin kadar büyük suçun altında en az onun kadar sen de ezilirsin. ‘Neden!’ dersin. Neden daha küçük bir suç işlemedi. Şimdi onu affedersem kendimi küçük düşüreceğim, affetmez de yol verirsem çok büyük bir dost kaybedeceğim. İşte en çok bu yaralar dostum!”

“Boşver; baksana adamım etraf kız dolu. Bu gece havamıza bakalım.” dedi ve elini omzuma attı.

“Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoşmuş gibi davranırlar ona: ‘Hadi, kalk bakalım; yeter bu kadar; hadi işine; öyle değil; ha şöyle…'” – Cesare Pavese

Ya öyle değilse? Neyi biliyorlar ki? Hepimizin karşımızdaki hakkında bildikleri onun bize anlattıklarından ibaret değil mi? Arkamdaki dumansı kalabalığa baktım. Kafamı Faruk’a geri çevirdim. Karşımda bir kız vardı. Faruk’u aramaya başladım. Buraya tek mi geldim? Ne aklımı yitirecek kadar babama kızdım, ne de Faruk gibi birisini bu kıza benzetecek kadar alkol aldım!… Ben kendi kendimle mi konuşuyordum? Ne zamandır yanımdaydı? Birdenbire doğmadı ya!..

Ayağında kırık-beyaz naylon çorap -hiç sevmem-. Kirpiklerinin ortasından diğer yarısına doğru uzanan yapay kıllardan yarım kirpik. Fondöten mucizesi ay gibi parlak bir surat… Birbirine yapışmış göğüslerin altında kalan uçlar her an çıkacakmış gibi duruyor. Bu kadar açıklık yetmezmiş gibi bluzun saydamlığından meme uçların ayrıca belirginleşmesi. Yanlardan taşmış yarım daire basenler.
“Merhaba.” dedi.
“Merhaba.”
“Yalnız mı içiyorsun?” dedi. Votkayı ve limonu elimden bıraktım. Arkamı döndüm, Faruk uzaklarda bir yerde ayakta dans ediyordu. Elindeki içkiyi havada birisiyle kadeh tokuşturur gibi bana doğru salladı ve güldü.
“Hayır.” dedim. Baş parmağımla arkamı göstererek “Şu noter memuru kılıklı çocuğu görüyor musun? O yanımdaydı.”
“Çok şakacısın. Bana içki ısmarlar mısın?”
“Noter memurlarını tercih ederim.”
“Arkadaşın olabilirim.” diye devam etti. Sıkılmaya başlamıştım.
“Senin başka işin yok mu?”
“Bu gece tek işim sensin.”

Düşündüm de; hayatımdaki bütün kızları yalnızca onun için tek kalemde silmiştim. Tüm günahlardan arınmış gibi. Bu gerçekten mümkün olabilir miydi?

Güzel bir hayatım var ve daha da güzele gidecek. Bu salakla gerçekten görüşmek istemiyorum! “Bak.” dedim. “Ne satıyorsun bilmiyorum ama gerçekten ilgilenmiyorum!” Kalktı ve masamdan uzaklaştı.

Faruk yanıma dudak kenarları gözaltı torbalarına varana dek sırıtarak geliyor. “Seninle t*şak geçtik oğlum!” dedi. Bana bir oyun oynamışlar. Beni tebrik etti. “Sana da bu yakışırdı.”

“Sana da t*şak geçmek yakışırdı.” Kız uzaktan bana bakıyor. Pek de gülümsemiyor. Bir oyun bile olsa reddedilmek onu sinirlendirmiş belli. Karıların genel sorunu da bu ya zaten. Erkekler kızlar için giyinir çıkar sokağa. Kızlar da kızlar için giyinir çıkar. Erkeklere hava atıp pas vermemekten en son evde kendilerini parmaklarlar. Erkekler de güzel ama uğraştıran kızdansa çirkin ama kolay lokmayı tercih eder. Çok güzel kadınların çoğunun kaderidir: yalnızlık.

Benim gibi artık bu işleri bırakmış olan bir kart zampara belki felsefe patlatacak son insan ama “Hala iş gördüğümü düşünüp şaşırmıştım.” dedim… “Boşver!” dedi. “Abartıyorsun!..”

Zaman epeyi geçmişti. Arkamızdaki entel bu kez; Jakobenler’in becerisizlikleri yüzünden giyotine erken gittiklerinden söz ediyordu…
Doktrin: “Sence, bir insan, yaptıklarından gerçekten pişmanlık duyarsa en mutlu olduğu zamana geri dönüp sonsuza dek orada yaşar mı? Orası cennet olabilir mi? Ben de buna inanıyorum.” – The Green Mile