8221546942_1b35805ae9_o
Akrabaların yararı yoksa, zararı var demektir. Onlardansa, seni candan seven bir dost hayatını değiştirir. Babamlar dört kardeştiler; üç amcam da işe yaramayan, zeki geçinen, birer beyin fakiriydi. Hakaret etmek istemem ama, onların beynini kuşa taksak geri geri uçardı. Hele en küçük amcam tam bir yetersiz bakiyeydi. Büyüklerime saygısızlık etmek istemem ama, her biri Brüksel lahanası kadar zeka taşıyordu. Gıybet günah ama, onları gören ‘ilk altı ay anne sütü şart’ diyordu. Gıyabında konuşmak yanlıştır ama, bunların dilinden gelen elinden gelse, her soytarı saraya kral olurdu. Çok da saygısızlık etmek istemiyorum ama, her birinin IQ’su ayakkabı numarası kadardı.

Biz gerçekten fakirdik; ama öyle böyle değil… Annem, California roll’u yengeç ve pirinç yerine çiğ köftelik bulgurla denerdi; yani o derece fakirdik… Kardeşimle pazarda su satıp, akşam eve ekmek getirirdik. Annem; İzmir, Mavişehir’de zengin bir evin temizlikçisiydi. Ev sahibi kadının eskilerini giyerdik. Turuncu kapüşonlu üst, fıstık yeşili pantolon ve kırmızı pabuçlar…

Babam 1.87 boyunda, kapılardan sığmaz, ayı irisi bir adamdı. Dik ve geniş omuzlarını alttan kalın bir boyun tutardı. Zeki bakan iri kuzguni gözleri çekikti. Kemikli burnu, çıkıntılı şakakları ve hafif beyazlamış saçlarıyla havalıydı. Kötü biriydi; ama köpek… çok yakışıklıydı… Herkesin kaybettiği babası kadar yakışıklı…

Kalın bıyıklarıyla Tatar Ramazan’a benziyordu. Yaklaşırken hep kolonya kokardı. Robot gibi temiz ve bakımlıydı. İnanmazsınız, çorapları bile kokmazdı. Alkolden yağlansa da beli, inceliğini kaybetmemişti. Kalın bacakları, antik sütun gibi göğe yükselirdi.

Babam hiç çalışmazdı; evin kirasını Almanya’dan teyzem öderdi. Akşama değin Milli Piyango bileti satan annemin soğudu gitti yüreği şu tozlu sokaklarda…

Babamın iyi yaptıkları:
Tuvalette saatlerce kalmak.
Alkol komasına girmek.
Kendini övmek.
Kör olana dek kitap okumaktı.

Evde işsiz güçsüz 70’lik rakıyı içip sayfalarca kitap okurdu. Sarhoş olduğu bir gün, kitaptaki imla hatalarının altını çiziyor, yazara hiç duyulmamış, gün görmemiş küfürler savuruyordu. “Hasta iyileşince doktorunu tanımaz,” derler. Onu eğiten yazarları aşağılıyordu. Aşağılama içinde vardı, ama o yazarlardan bile fazla bilgiye sahipti. Okumak başka, yazmak başka şey. Okumakla, yazı düzelmez, yazarlık, yazmayla olur. Babamınsa yazmakla pek ilgilendiği söylenemezdi.

Mutfakta dedikodu yaparken annemin gülüşünü yakaladım. 🙂
Israrıma dayanamadı:
“Babaannen haklıymış, ‘bu adam hiçbir şey bulamazsa kendi b*kuyla kavga eder.'” derdi.
Bir gün babaannem, küçük çocuğu cezalandırır gibi babamı karşısına almak istedi…
Ama Babam, denize sırtını dönen Özgürlük Heykeli gibi babaannemi arkasına almış, donmuş bir halde duvara bakıyordu. Katatoni hastasıydı. Tv’de ekran donması nasılsa, aynı öyle…
49867056437_177c8658d3_o
Kısık sesle duvardaki noktaları sayıyordu. Birden rüzgar camı araladı.
Havalanan perdenin tülleri, çizgili gölgesini duvara nakşetti.
Babam bir şeyler mırıldandı:
“Çerçeveye gömülen, güneşi parça parça bölen demir parmaklık…
Dayadım alnımı demir parmaklığa; parmaklık alnıma gömüldü.
Kemikli geniş alnımı parça parça böldü…”
Nazım’ın dizeleriydi…

Babaannem kızdı:
“Bırak oyunu; dünyadaki her şeyin bir yararı var.
Söyler misin, senin ne yararın var?” dedi.

“Her Firavun’un bir Musa’sı vardır,” derler. Tek korktuğu insan annesiydi. Asla saygısızlık yapmazdı. Yıllar evvel köyde, hırsızlık yapan en büyük amcamı, babaannem demir çubukla dövmüş. Birden amcam elini tutmuş ve ona karşı gelmiş. Babaannem çok bozulmuş:
“Allah belanı versin, bana bu yapılır mı? En büyük abiniz, karısının, çocuklarının önünde bile dövdüğümde gıkını çıkarmadı.” demiş. İşte babam, annesine bu denli saygılıydı.

Bir erkek, bir ömür geçirip bunları duymadan ölebilir. Her erkek, annesinden bu sözü duymak için, bir ömür boyu saygısını sunabilir. Babam kısa süre sonra, bir makine davranışıyla yerinden kalkıp kitaplara gömüldü.
Babaannem arkasından bağırdı:
“Oku, oku… Oku ki iyice dellen. Kimseye bişey öğretmeden bu kadar okumak neye yarayacaksa!?”

Artık konu-komşuda kitap kalmadığından, teyzemin ansiklopedilerini eve taşırdık. Sonra adam, cilt cilt gazete promosyonu ansiklopedileri de hatmetti. O da yetmedi… Çubuklu pijamasıyla mutfağa girdi.
“Bana okuyacak bir şeyler verin,” diye bağırdı. Ardından banyoya girip kapıyı kilitledi. Kulak kabarttık, ama içerden hiç ses gelmiyordu.
Annem:
“Allah vere de şofbeni açıp zehirlene,” dedi. Gerçekten de babam bir kere intihar etmeyi deneyip başaramamıştı. Borç içinde yüzdüğümüz o yağmurlu pazar akşamı, deli gibi sarhoş olup, altı kitapla banyoya girdi. Uzun süre çıkmayınca kapıyı çaldık ve açtı. Sersemlemişti. Alkolle öyle keş olmuştu ki, tüpün kokusu ona iyi gelmişti.
“Yahu bu ne biçim iş, fakir evin tüpü de fakir. Öğrenci evi tüpü gibi hemen bitiverdi. Bu evde bir ağız tadıyla intihar edemeyecek miyiz? Çabuk tüpçüyü arayın. Benim bugün derhal ölmem lazım!”

Annem şaşkınlıkla telefona sarıldı. Tüpçü, borcumuzu kapatmadan tüp getiremeyeceğini söyledi. 🙂
Babam telefonu eline alıp,
“Ulan buraya hemen tüp gönder, yoksa seni o tüpe oturtup …… …… ☠ doldurttururum ☠ !?” dedi. Tüpçü telefonu kapadı. Belki de korkudan “1-2-3 tüp” diye donmuştu.

“Bu nasıl iş yauw, bi ağız tadıyla geberemedim. Şimdi apartmandan atlasam bi ton gürültü. Aslında tüple ölsem güzel olacaktı.” 🙂 dedi ve banyoya girdi.
Gürültüden nefret ederdi. Tuvaletteki sesleri bastırmak için sifonu yetmiş defa çektiği olurdu.
Bazen sesleri kamufle etmek için televizyonda bol gürültülü bir kanal açar, sonra tuvalete geçerdi. Hep,
“İçimde kanser olacağına, g*tümde konser olsun daha iyi,” derdi.

Yarım saat sonra tuvaletten çıkıp salona geçti. Annemle sessizce banyoya göz attık: her şey yerlere saçılmıştı. Neler yoktu ki:
boş sabun kutuları
diş macunu
pamuk
tıraş bıçağı kağıdı
ped poşeti
ilaç prospektüsleri…
Paketlerin üstündeki yazıları okumuş ve bitirmişti. Her şeyi okumak istiyordu.

Anneme baktım.
“Tırlattı… Millet okudukça akıllanır, bu dellendi. O kadar okudu ki ters etki yarattı. Akıllanacak yere iyice şaşırdı. Balatayı sıyırdı.” dedi.
Salona geçtik. Hepimizi tek sıra yaptı.
49931337071_a00c37a3ea_c
“Bana okuyacak bir şeyler bulun!” dedi.
Kriz gelmişti, okuma krizi. Bu kadar okuyan birinin çevresine yararı olmaz mıydı? Ne denli okursa, o denli cahilce davranıyordu. Kitap okumak, gözlerini kelimelerin üstünden geçirmek mi, okuduklarını anlayıp öğrenmek mi? Hem bir şeyleri okumak yetmez, uygulamak da gerekmez mi?

Bunları yaparken bir yandan televizyonda geçen alt yazıları okuyordu. Birden aklıma geldi. Televizyondan Teletext’i açtım. Hemen sevindi. 🙂
Onu kızdırmak da güldürmek de çok kolaydı; bardakla çorba içmek kadar kolay; aynı çorbayı bıçakla içmek kadar zor!

Annemle kardeşime,
“Bu onu bir süreliğine oyalar, kaçıp kendinizi kurtarın,” dedim.

Karşı komşuya geçtiler. Babamsa bön gibi Telegün’deki saçma sapan haberleri okuyordu. Sık sık,
“Annem enteresan biri ki benim gibi bir oro*pu çocuğunu doğurmuş.” derdi. Azılı ateist ve komünist bir adamdı. Evimizde yasa dışı kitaplar vardı. Aslında onu polise ihbar etmek en kolayıydı. Ama bunu yapamadık. Her şeye rağmen ispiyon, bize yakışmayacak bir utançtı…

Teyzem Almanya’dan gelirken hediye olarak Arçelik 3340 çamaşır makinesi getirmişti. Hala tüm hatlarıyla gözümün önündedir. Çamaşırlar yıkanırken ben, annem ve kardeşim televizyon izler gibi ona bakardık. Dünyanın en güzel aletiydi, dönüşü dünyadan bile güzeldi…

Sünnet eğlenceme akraba-i taallukat ve komşular katıldı. Çüküm kesildi, tam sünnet yatağına yatmam gerekirken babam sızmıştı. Ya, değerli okurlar, bu adam o kadar içerdi ki, yani öyle içerdi ki, 19 yaşıma dek onu iki kez ayık gördüm; hep sarhoştu. Zaten içmese de kafası hep uçan daireydi. Alkolü bırakmak için tam üç defa Manisa Ruh Sağlığı Hastanesi’ne yattı. Koca hastane buna alkolü bıraktıramadı, üstüne ‘alkolik ve şizofren’ raporu verip, ‘çalışamaz’ diye maaşa bağladı. Bu ne yaptı? İlk maaşıyla bir koli rakıyı kilere doldurdu.

Bir gün hastaneye onu almaya gittiğimizde, çevresindeki 3 doktora nutuk çekiyordu:
“Ben ne profesörleri cebimden çıkartırım, siz nesiniz ki? Benden bilgilisi yoktur,” deyip doktorun stetoskobunu boynundan çekip aldı ve,
“Bu kaç lira eder?” dedi.
Doktor, “100 Lira” dediğinde,
“Ya aq bari 200 ver de 70’lik rakı etsin. 35’lik neyimize yetsin teres?” dedi.
Ya bu adamın ekonomisi 70’lik rakının birim fiyatına endeksliydi. Rupi, nasıl ki Endonezya’nın parasıysa, pederin para birimi de 70’lik Türk Rakısı’ydı.

Alkol bulamadığında çıldırır, kolonya veya ispirto içerdi. Annem, onun hep bu yüzden kolonya koktuğunu söylerdi. Bense temiz olduğunu bilirdim.

Bir gün alkol bulamamış ve krize girmişti. Sokağa çıkıp geldi. Elinde iki bidon sıvı vardı. Odun ispirtosu denilen metil alkol (metanol) ile üzüm, şeker ve anasonu karıştırıp rakı yaptı. İçtikçe müptelası oldu ve daha çok üretti. Babam bir şeye takıldı mı onun suyunu çıkarırdı. Sonra işi iyice abarttı. Rakı bulsa bile,
“Bu ne ki, ben distilasyon veya çalkalama yöntemiyle yapıyorum. Benim yaptığım daha güzel. Bu rakıyı millete kolisiyle bi dünya paraya sokuyorlar. Fiyatlar kazık. Milleti bi şişeye oturtmadıkları kalıyor. Hem naylon bidon, cam şişeden sağlıklıdır,” derdi. Babam, işine geldiği gibi gerçeği çarpıtırdı. Sonuçta insan, kendi bakış açısıyla her şeyi meşrulaştırabilir. Amaçlar, illegal araçları meşru kılar.
OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Tüm bunlar yaşanırken takvimden günler kopuyor, yıllar akıp gidiyordu. Mahalleye rezil olmuş, komşularımızın acıyan bakışlarından sıkılmıştık. Gözleri bizi delip geçiyordu. Baskı altındaydık. Kartalın başının üstünde çizdiği ölümcül çemberler bir güvercine ne hissettiriyorsa aynısını hissediyorduk.

Herkesin babası çalışıyor, bizimki evde manda gibi yatıyor. Okulda, ‘baban ne iş yapıyor’ dediklerinde, kardeşimle hicap duyarak yalan söylerdik. Kim sorsa, babamız hep kitapçıydı. En iyi bildiği iş, kitap ve içkiydi…

Babam bizi öldüresiye döverdi. Hiçbirisi öyle sıradan dayaklar değil. Polis copuyla, sopayla ya da Osmanlı tokadıyla… Polis copu plastik gibi, ancak elastiktir. Kayış gibi yumuşak ve esnek, aynı zamanda demir gibi ağır ve serttir; iki acı bir arada; tam da sahibine uymuş… Babam tokat attı mı direkt yerdesin, yere düşmemen imkansız. Bazen üçümüz art arda sıralanırdık; en arkadaki yansıyan darbeyle yere yapışırken, öndeki iki kişi birbirine tutunarak zor ayakta kalırdı. Sonra kalan iki kişiyi de yere düşürene kadar tokatlardı. Yere düşsem bana vurmak için ayağa bile kalkmaz, yanına çağırırdı:
“Baba, lütfen vurma,” diye yalvarırdım.
“Ulan sana şimdi bi vurcam, 4 gün okullar tatil ha.” dedi.
Dayaktan sonra suratımın belli yerleri morarırdı. Sorduklarında, düşmüş ya da kapıya çarpmıştım. Elbette bu yalana sadece Kadir İnanır ve ben inanırdım.

Bir gün el hareketleriyle hepimizi susturdu ve televizyonu son ses açtı:
Kadına Şiddete Hayır Kampanyası,
Türkiye Boks Federasyonu’nun düzenlediği bir etkinlikti.
KADINLARA EL KALDIRILMAZ EĞER ERKEKSEN RİNGE ÇIK!
“Bence herkes desteklemeli.” dedi. Ertesi gün boksa yazıldı. Bir ay kursa gidip parasını ödemeden bıraktı. Ama o bir ay da yetti. Tekniği gelişmişti. Artık daha güzel dövüyordu. Kampanyanın bizde işe yaradığı söylenemezdi.

Bir gün dayım ☎ aradı. Babamla sıkı bir pazarlığa tutuştular. 1 haftadan başlayan ihale, 24 saat ile kapandı. Anlaşma şuydu:
Babam bizi 24 saat dövmeyecek, dayım da ona yurt dışından kaçak getirtip sattığı viskilerden gönderecekti. Telefonu kapattıktan bir saat sonra kapı çalındı. Dayım bir adamıyla, viski ve pasta göndermişti. Babam, alkol dışında sağlığına çok dikkat ederdi. Şekeri hiç sevmez, uzun uzun zararlarından söz ederdi. Pastayı görünce çok bozuldu. Kapıdaki çocuğa,
“Ulan bunu gönderene kadar 70’lik rakı koyaydı ya, tatlı yemediğimi bilmiyor mu bu sersem?”
Çocuk “Abi bizde rakı bulunmaz, hep viski.” dedi.
Babam, “Başağınız çok da taneniz yok!” deyip kapıyı suratına kapattı.
Dayımın pastayı bizim için gönderdiğini anlamıştık. Babam tatlı yemezdi. Bizi sevmezdi. Ama bu onun adalet kavramını etkilemezdi. Kötü biri olsa da biliyorduk ki adildi. Pastayı eninde sonunda bize verecekti; öyle de oldu.

“Merhamet hata yaptırır. Fakat adil değilsen, hayatın tamamıyla bir hatadır.” dedi ve dev pastayı bize uzattı.
15921257016_268c21c01e_o
Tatlı bizi sevindirmişti. İnsanlar öyledir; hayattaki hoş sürprizlere hemen alışırlar, ama kötü bir haber alınca da, ‘neden ben’ diye hayıflanır dururlar. Mutluluklar bizi sevindir, oysa bir şey öğretmez; üzüntüler bizi olgunlaştırır ve çok şey öğretir.

Aslında bizi pastadan çok sevindiren 24 saatliğine dayağın durmasıydı. Çünkü bilirdik ki babam, hem Erol Taş kadar kötü, hem Hulusi Kentmen kadar adildi. Zaten onda her şey üst seviyeydi, hiç orta ayar yoktu. Ya düşmanları vardı, ya dostları. Normal bir tanıdığı olmadı. Örneğin, dayımla sıkı dostlardı, zamparalık hikayelerini çok dinlemiştim. Şimdi de dostuna verdiği sözü yerine getiriyor, fakat bunu nasıl yapacağını düşünüyordu. Birden bana döndü ve mutfaktan iki 70’lik istedi. Cebinden çıkardığı hapı bize göstermek istemeyen hareketlerle, aslında daha çok dikkat çekerek ağzına attı ve şişeyi kafasına dikti. Bir zaman sonra şişe bitmeye yakın,
“Ben şimdi yatıyorum, beni yarın bu saatte uyandırın ki sizi dövebileyim.
– Bu Kamil ibinesi de durup dururken iş çıkardı şimdi.
– Gerçi bi bakıma iyi oldu, ellerim şişmişti, biraz dinleneyim.
– Ama dövüp uyusam daha mı iyi? Hem yorulunca daha sıkı uyku çekerim, sipor olur. Kalkınca da alkol almam, değişiklik olsun diye meyve suyu içerim. (Alkol oranı düşük ve üzümle yapılıyor diye şaraba meyve suyu derdi.)
– Yok yok söz verdim uyuyayım; günah bunlara. Uyanınca daha bi dinç döverim!

Gördüğünüz gibi kimseye ihtiyacı yoktu, çoğu zaman kendi kendine konuşurdu. Ha bire hayat muhasebesi yapardı, ama hayat bu kadar zor olmamalıydı. Sonra üstünü örttük ve uyudu. Bize güvenememiş olmalı ki saati 23 saat 25 dakikaya kurdu. Çok adil adamdı babam… Dayım viskiyi göndereli tam 35 dk. olmuştu.

O uykudayken her saat odasına girip zamanı geri alıyorduk; sonra aklıma bir fikir geldi, parlak bir fikir! Babamın uyumak için aldığı uyku hapını aradım, gardırobun dibine sokmuştu. Kağıda sarılı 20 renkli hapın beş tanesini aldım.

Babam bir buçuk gün uyuduktan sonra uyandı. Gerçekten de bizi hemen dövmedi. Sürekli saate bakıyor ve olay örgüsünü kavramaya çalışıyordu. Ama parçaları bir araya getirip bütüne ulaşamıyordu. ‘Nerdeyim ben,’ der gibi bize bakıyordu. Kafasının içinde düşünceler kırılan bir saatin düzensiz çarkları gibi dönüyordu. Birden bize bakıp “Hangi yıldayız!” diye bağırdı. 🙂

Demek içtiği güzel bir ilaçtı. Sonra bir şeyler yedi ve kalan viskiyi içerken hepimizi salona çağırdı. Koşarak bizi yumruklamaya başladı. Dördüncü yumrukta serçe parmağı dişime geldi ve eli kanamaya başladı. Her insanın canı tatlıdır, ama babam sağlığına çok hassastı. Tüm her şeyi ringde bıraktı ve koltuğa çöktü. Yara bandı ve rakı getirdik. Bir hemofili hastasıysanız kanı durduramazsınız. Çünkü pıhtılaşma çok geç gerçekleşir. Hemostatik ilaçlarını getirdik. İçtikten sonra,
“Bak şimdi bu hiç iyi olmadı.” dedi. Yarım saate yakın tampon yaparak kanı durdurdu. Alkolün kanı sulandırıcı etkisi nedeniyle böyle zamanlarda rakı içmezdi.
“Rakı zararlı! Böyle bir zamanda alkol alıp sağlığımı bozamam,” deyip esrar içmeye başladı. 🙂

Bir buçuk saat sonra kanama durdu. Sardığı kalın esrar çarşafını tek gözü kısık, ısırıyordu.
“Şu an zor durumdayım, dayak atamam. Hayır, bunu size yapamam, bu yüzden siz gelip kendinizi dövdüreceksiniz.” dedi.
Salonun ortasında tek ayak tabanını havaya kaldırdı, front kick pozisyonunda bekledi ve;
“Hadi koşarak gelip tabanıma çarpın!” dedi.
Filmlerde Cüneyt Arkın’a koşarak gelip sağa sola saçılan dublörler gibiydik. Tabanı yiyen kenara düşüyor, sonra daha bir hızla gelip kendini dövdürüyordu. Bir süre sonra acı duymamaya başladım. Korkudan gelen adrenalin hormonu, analjezik etki yaptı. Ağrı sızı kalmadı, pırıl pırıl oldum. Önce gülümseme başladı, sonra kıkırdamalar ve en son kahkahalar… Kendimi ne iyi hissediyordum, ne kötü! Pederin tabanı burnumda patlıyordu, ayakları hiç kokmuyordu, suratım yamuluyordu ve ben hala gülüyordum. Sonra bizi bıraktı ve babam da güldü. Onu gülerken ilk kez görüyordum. Bir oyunu kaybetmenin sonsuz, kazanmanın tek yolu vardır. Onu zayıf yerinden vurmuştum. Gözleri buğulandı, bakışları pusluydu. Karşımdaki de bir çocuktu. Çocuklarından intikam almak isteyen aslan evcilleştirilmişti. Titanyum, kırılmaya en dayanıklı elementlerdendir. Zincir kopmuştu! Bu, onun için bir kırılma noktasıydı:
Titanyumun kırılma noktası…

Babam kendi etrafında dönmeye başladı. Gülümsüyordu…
Çarpılmak, ona baktığında her şeyin renklenmesi demektir. Bir anda seni gezegene bağlayan şey yer çekimi değil, o olur!
15534986026_5be0c1e4ed_o-1-1024x684
O günden sonra bizi bir daha hiç dövmedi… Yalnız bir iki defa dayımı dövdüğünü duyduk; sahte viski gönderdiği için…
Babamın, dövemediği için hayıflandığını sanmıyorum. Güçlü karakterler, kendi istekleriyle kaybettiklerinde üzülmezler. Onları mutsuz eden, kontrolü kaybetmeleridir. Bu olaysa kendi kontrolünde olmuştu.

Bazen salonda kitap okurken odamdaki delikten onu izlerdim. Yarım yumruk elini çenesine dayar, zeka dolu çakmak bakışlarla satırları tarardı. Son zamanlarda onu izlerken korkuyordum. Sanki 2 gün sonra onun ölüm haberini alacakmışım gibi geliyor. Onu kaybetmekten çok korkuyorum.

Sonra bağdaş kurup yemek yemeye başladı. Bir yandan da televizyondaki deli saçması haberlere gülüyordu. Ama ne gülme, yemeği boğazına kaçacaktı, o derece. 🙂 Onu ne zaman böyle görsem aklıma, dizlerime başını koymuş, çizgi film seyreden, afacan bir çocuk geliverir. Acılar çektiği küçüklüğünü düşünürüm:
Kömür gözlü, çişli, aç oğlan çocuğunu düşündükçe boğazım düğümlenir.

Beni çağırdı ve birlikte yememizi istedi. Sevinçle koştum, ama sofrada pek bir şey yoktu. Ekmek ve zeytin, altı tane de çekirdek. Ben elimi boru yapıp çekirdek çıkarırken, o iki parmağı arasında sıkarak uzağa atıyordu. Gözlerine baktım ve güldü. Onunla yeniden hayata bağlanıyordum; onunla acı çekebilir ya da onunla mutlu olabilirdim.

Kışın günlerce elektriklerimiz kesilirdi. Bir gece,
“Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi baba?” dedim.
“Elbette söylenecek, karanlık zamanları anlatan.” dedi. Acaba ne demek istedi? Elindeki sihirli değneği sallayan periler gibiydi. Bir sis perdesi ardından yamalı bezler atan silik cüceler gibiydi. Çok gizemliydi; onu çözemiyordum.
İnsanların içgüdüleriyle kavradıkları, ama akıllarıyla algılayamadıkları durumlar vardır:
“Gizli lahitlerdeki mezar taşını kaldıramam, göl balıklarını çoğaltamam, su üstünde duramam, belki havarilerim beni sevemez, ama ben seni sevebilirim.

Sana aşkı sorsam okuduğun kitapları anlatırsın biliyorum. Napolyon hakkında çok şey bilirsin. Çalışmalarını, politik etkilerini, Amerika’nın dörtte birini parayla sattığını da bilebilirsin… Ama Babil’in Asma Bahçelerinin kokusunu söyleyemezsin!
c7_o
Bir sabah uyanırken mutfaktan, evde yaşam olduğunu gösteren sesleri duymaya başladım. Açılıp kapanan kapılar, bardak sesleri ve annemin ayak kütlemeleri…
Koşup baktığımda gördüm ki babam kendini tokatlıyordu.
Bizi dövemediği için bunalıma girmişti. Sonra sıkıldı ve yeni denizlere yelken açmak için dışarı çıktı. Parktakileri dövmeye başladı; kimse onu durduramıyordu. Hatta mahallede,
“Recai Koralttan’dan Dayak Yiyenler Derneği” bile kurulmuştu.

*

Gençken, herkesle bağ kurabileceğini sanıyorsun. Ama sonra bunun, hayatta sadece bir kez olacağını anlıyorsun. Benim hayatımdaki ilah, babamdı. Belki de onu değerli kılan, onunla geçirdiğim zamanların azlığıydı. O gün havasındaysa, beni yanından hiç ayırmazdı. Yine böyle bir gün:
“Alkolün benim hayatımda hiçbir önemi yok. Önemli olan miktarıdır.” dedi. 🙂

Beni, gece televizyon izlerken görünce kızardı:
“Bu yaşta bir çocuk televizyon izlememeli,” derdi. Hemen porno film açar, onu izletirdi.
Bazen şaka yapıp yapmadığını yüz çizgilerinden anlayamazdınız. Suratına bakardım ama ifadelerini okumak çok güçtü. Gülerken birden ağlamaya başlayabilirdi. Son fırça darbesi vurulana kadar neye benzediği belli olmayan karmaşık resimler gibiydi. Şimdi de baktım; hayır, şaka yapmıyordu.

Bence duygusal biriydi. Bu onu biraz alıngan ve agresif yapıyordu. Sinirlendiğinde asla empati yapmazdı. Hoş normalde de yapmazdı ya… Aslında bana sorsanız ‘babama karşı içimde birçok kırgınlık var’ derim. Ama neye kırıldığımı anlatamam. Çünkü unuttum. Nasıl yapıyor bilmiyorum, ama bir şekilde unutturuyor. Kendisi de unutuyor…

Herkes acı çekiyor, acı çekmiyormuş gibi yapanlar da dahil. İnsanlar, gözlerinin önündeki şeyi nadiren fark ederler. Ben görüyordum; o da acı çekiyordu.

Ona karşı itaatkar olmalıydınız. Çünkü baskın bir karakterdi. Herkesten üstün olduğu mesajını vermeyi severdi. Ama bu üstünlük içi boş değildir. Gördüğüm en kültürlü ve zeki insandı. Onun yakınında olma şansınız varsa, öğrenecek çok şeyiniz olabilir. Bakışınızı değiştirir, olaylara geniş zaviyeden bakarsınız. Eski kendinizi beğenmezsiniz. Ve onun yanında, her zaman biraz bilgisiz ve biraz aptalsınız.

Mükemmeliyetçiydi. Ona göre bir iş ya tam yapılmalıydı ya hiç!. Bilirdi ki, o önemsiz şey, bir gün karşısına çıkabilir. Yalan söylediyseniz çok acımasızdı. Ona doğru söyleyerek çok defa dayaktan kurtulmuşumdur.
“Asla yalan söylemem. Ben hep dürüstlüğümle kazandım.” derdi.
Şimdi size kanıt sunamam ama, onun da küçük yalanları olduğunu sezerdim.

Camilerden nefret eder, dinin insanları sömürdüğünü söylerdi.
“Dünyadaki en karlı ticaret din tüccarlığıdır; sermayesi yalan, müşterisi cahildir.” derdi. Buna rağmen tasavvufa sığınıp, saf bir sevgiyle tanrıya bağlananlara sempati duyardı.
48501184556_7076f58d98_o
Bir gece içki masasında dayımın ona anlattığı fıkraya bayılmış.
“Sanki benim için yazılmış yahu,” deyip deyip gülüyordu:
Adamın biri cuma günü ölmüş ve gömmüşler. Oğlu hocaya gitmiş ve,
“Babam cuma günü öldü, öbür tarafta nasıl karşılanır?” diye sormuş. Hoca da çocuğa şöyle demiş:
“Namaz kılar mıydı?”
“Hayır! Ama cuma günü öldü.”
“Kumarı, içkisi var mıydı?”
“İkisi de vardı, ama cuma günü öldü.”
“Yalan söyler miydi?”
“Evet ama az. Üstelik cuma günü öldü.”
“Hovardalığı var mıydı?”
“Evet ama cuma günü öldü.” diyen çocuk hocaya bakıp “bir şey olur mu,” deyince
Hoca sonunda sinirlenmiş ve…
“O zaman cuma günü ellemezler, ama cumartesi günü anasını s*kerler.” demiş.

Bazen anlattıklarını unuturdu. Ama ben üzülmesin diye her anlattığında yeni duyuyormuşum gibi şaşırarak dinlerdim. Bana bu fıkrayı her hafta anlatıp anlatıp gülüyordu. 🙂
Gülmekten gözünden yaşlar geldi. Sağ elinin avuç içiyle sol gözündeki, dışıyla da sağ gözündeki yaşları sildi. Hayatımda ilk kez onun hep gülmesini istedim.

Bir akşam babaannem yatıya kalmıştı. Babam dışarı çıkacağını söylerken babaannem,
“Yarın evlilik yıl dönümünüz. Bunu ilk kutlayan sen ol. Gece 12.00’ye kadar vaktin var. 12’yi 1 geçe karınla zaman geçireceksin.” dedi.

“Yahu nasıl olsa 12’den sonra her an kutlanabilir.” diyerek güç bela 01.00’e kadar izin kopardı. Babam özel günlerden nefret ederdi. Doğum gününü bile bilmeyiz. Ama babaannemden ödü kopardı, can çıkar, huy çıkmaz işte; yine de yapacağından geri durmazdı. Öyle de oldu. Saat yarımda herkes yataklarına çekildi. Ben babaanneme kendi odamı verip salonda yattım. Derken kapı tıkırtısına uyandım. Herkes derin uykudaydı. Geceye sessizlik, salona karanlık hakimdi. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Birinin, parmak ucunda yürüdüğünü duyabiliyordum. Kemik çıtırtıları kulağımı tırmalıyordu. Sonra birden salondaki duvar saati GONG sesiyle ortalığı inletti.

DİNG-DONG 1
DİNG-DONG 2
DİNG-DONG 3

Demek saat gecenin 3’üydü. Sese uyanan babaannem odasının kapısını açtı. Odadan yayılan soluk ışık, duvarlardan kayarak koridoru sarıya boyarken, eşyalara ve bana renk ve biçim vermeye başladı. Babamın beyaz gömleğinde altın tozu fondöten izleri vardı. Kot pantolonu buruşmuştu. Sokaktan gelen soğuk ve alkollü koku salonda yavaşça ilerliyordu. İki elini havaya kaldırıp saate döndü ve:
“Yahu seninki de iş mi şimdi. Tamam biliyoruz saat 1, ama bunu 3 defa söylemenin alemi ne?” dedi. 🙂
25818272107_73de42a4cb_o
Baktım babaannem de gülüyor, ben de uyuyor numarasını bırakıp kikirdemeye başladım. Evin yaramaz çocuğu ben değil, oydu. İşte bu adam, böyle bir adamdı…

Oldukça eğlenceli birisiydi. Şimdiki evimize taşındığımız gün ilk kirayı ve depozitoyu göndermişti. Telefonda konuşuyorlardı. Babam birden köpürdü;
“Ne depozitosu yaw, ben depozito falan göndermedim. O güvence parasıdır.” dedi. Pek bilinmezdi ama, Türkçesi ‘güvence parası’ydı. Fakat bunu ona söylerken tek eliyle ahizeyi kapatıp bana göz kırpıyordu. Adam sonunda kabul etti de kurtuldu. Ona güvence parası dedirtince, annesinin gözüne giren çocukmuşçasına sevindi.

Klima demez, ‘iklimlendirme’ derdi. Kimse anlamaz, bu kendi kendine eylenirdi. 🙂
İmlaya dikkat eder, ama imla hatalarına bayılırdı. Birinin açığını bulunca nanik yapan muzip çocukları andırırdı. Hem babam, hem oğlum gibiydi. Nasıl da kendini sevdirirdi p*ç. 🙂
“Astronot değil, gökmen olacak.”
“Dj değil ‘tekerçalar’ yauw.”
Evde saatlerce imla sözlüğü okurdu. Demezdi ki, “Ben Türkçe öğretmeni miyim?”
“Hem tonla imla bilgisi neye yarayacak?” diye düşünmezdi.

Annem anlatırdı; dayımla gecelerde az fındık kırmamışlar. Kadınlara düşkündü ve onlar tarafından beğenilmeyi severdi. Kadınlarına kendini değerli hissettirirdi. Beyinlerini öyle uyuştururdu ki, ondan ayrılan her kadın, onsuz bu dünyada sadece umutsuzluk ve perişanlığın kaldığını fark ederdi. Zaten onunla sevgili olmak zordu, kıskançtı. Sadece onun olmalısınız, ama o kimsenin olmaz… Siz bunu kabul edebilen bir kadınsanız ne ala… Herkesin ona ait olmasını ister, ama bilirsiniz ki o kimseye ait değil. Belki onu çekici yapan da buydu. Hayalleriniz varsa ve onunla birlikteyseniz, unutsanız iyi edersiniz.

Çok kadın, yok kadın demekti:
Sihirli lambanın cini misali, kim lambasına elini sürtse çıkagelirdi. Bizden ayrılır, onların koynuna koşardı. Ne bize yetebildi, ne onlara… Bir dilemmanın içinde yitip giderdi. En çok da kız kardeşim onu kıskanırdı… Bazen çıktığı hayatlara tekrar girerdi; tekrar ve yine tekrar… Babam onlara döndükçe onların da hayatlarına renk geliyordu; kimi zaman da hayatları kararıyordu!.. Karanlık denize dalan karabatak kuşu gibiydi. İlişkinin en mutlu anında çekip gider, aylarca görünmez, bir sabah ansızın geliverirdi. Onu yeniden kabul eden kadın, eski hayatını değiştirip, fabrika ayarlarına dönmek zorunda kalırdı!..

Birçok kadınla olmak yaşam tarzıydı. Onunlasınız; ama bir geleceğinizin olmadığını bilirsiniz; hatta bir saat sonra başka birinin yanında olacağına dahi eminsiniz. Hayatınızdan her an çıkacağını bilerek onunla devam edersiniz. Ömrünüzden akıp giden zamanlarınız… Belki zamanı durdurma gücümüz olsa, en mutlu anlarımızı onunla yaşayabilirdik. Ah! Ah! Oysa o anlar, ne kadar da azdır!…

Asla biriyle uyumazdı, hatta annemle bile! Kadın, yadırgadığı bu duruma zamanla alıştı. Belki de değeri düşmesin diye. Belki uykudaki masum halini kimse görmesin diye. Bunu neden yaptığını kimse bilemedi.

Yüz yüze diyalogları pek sevmezdi. Zaten heyecandan karşısında konuşamazdık. Ona bir şey söylemek rüzgara karşı işemekten farksızdı. Dinlemez ve çabuk sıkılırdı. En güzeli onunla yazışmak. Aynı evde, ona mektup yazardık. Zarfı heyecanla açıp sevinirdi. 🙂
Hapishaneye düştüğünde bile o kadar mektup atmamıştık.
49675015728_8c03a30eb5_b
Güven verirdi. Onunla hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok. Hayatınızın bir bölümünden babam geçtiyse, ömrünüzün sonuna dek bir daha öyle birine rastlayamayacağınız düşüncesi boğazınızı düğümlerdi. Ve onu tanıyanlar iyi bilir, kimsenin hayatında sonsuza dek kalmaz. Bir gün sizi yanından uzaklaştıracaktır. Sanıyorum zayıflıklarının, duygusal oluşunun bilinmesini istemiyor. Bir gün beni de göndereceğini biliyordum; ya da bizi terk edip gideceğini. Aslında kötü yanlarını düşündüğümde gitmesi iyi bile olabilirdi, ama iyi anlarını hep özleyecektik. Neden hem sevip hem nefret ediyoruz? Size bunu anlatamam. Bu onun yaptığı bir sihir, bir illüzyon. Bu onun yarattığı eşsiz denge…

Duygusallığını kızarak bastırırdı. Onu tanımıyorsanız hep sinirli sanabilirsiniz.
Onun yakınında hem dünyanın en mutlu insanısınızdır, hem de en huzursuz. ‘Odi et amo’ tabiri onda hayat bulmuştur. Her an bir şeylere sinirlenebilir ve baskın hali daha baskın olur. Korkmuyordum desem yalan, çok korkuyordum. Ama duyduğum o korku beni daha çok heyecanlandırıyor, daha çok çekiyordu.

Babamı en çok seven bendim, en nefret eden annemdi. Öldürmeyi bile düşünürdü. Hem ondan it gibi korkardı, hem de cesur hayaller kurardı. Tek biz değil, tüm mahalle, tüm akrabalar yılmıştı… Babamdan korkmayanı görmedim. Hiç geri vitesi yoktu, şakası yoktu. Defalarca hapse girdi ve her çıktığında ordan tanıdığı azılı arkadaşlarıyla palazlandı, gücüne güç kattı.

Her zaman insanların sorunu vardır; yoksa da kendileri yaratır. Bizim zayıf, 1.31 boyundaki yöneticimiz de belasını aradığı bir gün, aidatı ödemediğimiz için kapıya dayanmıştı. Sanırım yönetici de içkiliydi bilmem ne… Yoksa buna cesaret edemezdi. Tartışmaya başladılar. Sonra yöneticinin ağzından minik bir küfür çıktı. Tam hatırlamıyorum ama, puşt gibi böyle minicik bir şey. Babam,
“Terbiyeni takın küfür etme, çünkü ben küfür sevmem, dua et ki annen ölmüş. Çünkü ölmemiş olsaydı eğer, onu s*ke s*ke öldürürdüm.” dedi. 🙂
Yönetici, kuyruğunu arka ayaklarına kısan kutik gibi koşarak merdivenlerden indi. Bir daha da bizden hiç aidat istemedi.

Bir keresinde şikayete gelen ekip otosundaki polisleri dövmüştü. Yine içeri girmedi. Ne yapıp edip savcı ve hakimleri kandırıyordu. İşin ilginç yanı, böylesi acımasız bir adamı sorgu sonunda çok seviyorlardı. Zekasıyla onları etkisi altına alırdı.

“Herkesin zayıf yanını bulmalısın. O zaman alt edemeyeceğin kimse yok. Bir boğaya boynuzlarından saldırırsan, herhalde durumun pek parlak olmaz.” derdi.

Annemin bana yaptığı baskılara dayanamadım ve bir gece, babamdan yürüttüğüm uyku hapını toz edip rakısına karıştırdım. Bebekler böyle uyuyamaz. Öyle mutluyduk ki anlatamam. Televizyonda istediğimiz kanalı açıp, çiğdem yiyip sohbet ediyorduk. Şakalaşıp, eyleniyorduk. Ailemize renk gelmişti.
16669825318_1e5ff56f77_o
Babamı uyutup başka eve yerleşecektik. Ama daha derin, böyle dipsılip uyutacak bir şey arıyorduk. Çünkü kendi uyku haplarıyla bile bazen tek göz televizyona bakıyor, sayıklıyor, elimizde ayran bardağı görse, rakı sanıp istiyordu. Bu yüzden o uyurken simit bile yesek, yanında ayran içmiyorduk. Annemin tanıdığı bir eczacıdan zar zor hapı temin ettik. İşte o ilacın adı Diazem’di. Sadece yeşil reçeteyle verilen bu ilaç, Xanax türevi bir uyuşturucuydu. Ama Xanax bile bunun yanında bebe aspirini kalır… Üstünde eşek kadar kırmızı puntolarla,
“İÇEN SAPITIR, DİREK GG OLUR” yazıyordu.

İşte benim ilgimi çeken de bu ibareydi. İlaç, kapsül şeklindeydi. Sonra bana birden korkak cesareti geldi. Yarım hapı içkisine karıştırdım. Ya babam bir uyudu aq, iki gün boyunca hiç yerinden kalkmadı. Öldü sandık o derece. :))))

Sonradan öğrendim ki, uyuşturucu tedavisinde kullanılan bu ilaç, alkol ile tepkimeye girince kalp krizi riski doğuruyormuş.

Babamın içkisine her gün atıyorum. Yarım, bir derken iyice şımarıp oranı arttırmaya başladım. En son iki kapsüle kadar çıkardık. Adam sayemde kobay olmuştu. Sonunda dedik, tamam usta ilaç bu; hatta bu işin peygamberi Diazem. Ama bi görseniz, Diazem baş tacımız oldu. Nereye gitsek yanımızda. Herkesin cebinde en az üç-beş tane Diazem vardı. Evin en güzel köşesine koyduk. İki elimizi böyle çenemize koyup, kaşlarımızı kaldırıp, gözlerimizi sevimli sevimli kırpıp, büfedeki ilaç kutusuna aşkla bakıyoruz. Tutkulu bakışlarımızdan havaya, kalp baloncukları yükseliyor; o derece.

Bir akşam yan dairede misafirler vardı. Yüksek perdeden kahkahaları salon camlarımıza çarpıyordu. Böyle ağız dolusu gülmeyeli öyle uzun zaman oldu ki. Hep merak ederdim: ben böyle ağlarken, neydi insanları bu denli güldüren?..

Artık mutlu olmak hakkımız. Babam bizi bulamasın diye uzaklara taşınmamız gerek. İstediğimiz, tuzaktan kurtulan bir ceylan gibi kaçıp gitmek… Annem, Türkiye haritası bulamamış, kırtasiyeden bir dünya haritası küresi almış. Başladık çevirmeye… Nerede durursa, oraya yerleşeceğiz. Parmağımı bir tıkladım, Burkina Faso! Burnuna sinek konmuş, açlıkla boğuşan, şiş karınlı çocuklar gözümün önüne geldi. Dedim burası olmaz. Zaten acız, iyice ajlıktan ölürüz. Bir daha çevirdik, bu sefer Çuvaşistan! Kız kardeşim,
“Ne güzel Çuvalistan iyidir, demek tarımı iyi bi ülke.” dedi. Çuvaşistan kızım, ne çuvalı? Adını, sanını bilmediğimiz yerler… Bir daha çevirdik ki İzmir! Üçümüz de havaya uçtuk. Çok sevindik. Sonra birden durdum. Yahu biz zaten İzmir’deyiz. Doğru! O zaman İzmir’in başka bir ilçesine gitme kararı alarak küreyi kaldırdık.

Neyse pedere yasladım Diazem’i. 3 tane birden dayadım ki öldürmezse süründürsün. Önceden ayarladığımız nakliyecileri çağırdık. Adamlara her şeyi bir bir anlatmıştık. Annem,
“Aman babaları uyuyor, eşyaları sessiz alalım,” dedikçe kekolar iyice coşup,
“Abla merak etme, uyanırsa biz onu gine uyuturuz.” diyor. Aynen yazdım, çünkü gine dediler. 🙂
Bilmiyor ki adam sayko, bi uyansa ananızın damına örümcek ağı örecek!

Ses çıkarıp yakalanmayalım diye, çok sevdiğimiz çamaşır makinesini alamadık. Eşyaları toplarken beni bir gülme aldı!.. Adam kim bilir kaçıncı rem uykusunda? Rüyasında acaba ne görüyor? Onun kafasının içine girebilmeyi çok istemiştim… Çünkü farklı bir zekası vardı. Yani hayatımda bir saatliğine de olsa onun kafasında olmak…
541607251_86ed5876c0_bSonra taşındık ve babamdan ayrı yaşamaya başladık. Mutluyduk da… Kız kardeşime ve anneme hiçbir zaman itiraf edemesem de onu hep özledim. Bunu bana hiç itiraf edemediler; ama onların da babamı çok özlediğini biliyorum. Hayat gerçekten acımasızdı; kötü bir yaşantımız vardı; çok şey istemiyor, ama onu da alamıyorduk.

Babamın iyi huylarına öykünerek yedi yılda bir sürü kitap okudum. Babamın kimseyi beğenmeyen, herkesi cahil bulan kibriyle ben de tanıştım.
“Aptal insanların arasında yaşamaya çalışmak, zeki insanların lanetidir.” derdi. Ne kadar da haklıymış…

Yıllar sonra güzel bir araba aldım. Sevgilimle birlikte eski evimizin yolunu tuttum. Ama yolda nasıl neşeliydim; içim içime sığmıyordu. Beni, güzel arabam ve temiz giysilerim içinde görünce sevinecek, belki de boynuma sarılıp evladıyla gurur duyacaktı. Özellikle sevgilimi görmesini çok istiyordum; iyi birini seçtiğim için takdir kazanırken, oğlunu bu haliyle seven birilerinin olması, babamın göğsünü kabartacaktı.

Artık paramız vardı, babamı özel bir hastaneye yatırabilirdik. Hatta bizimle bile kalabilirdi. Babam iyi olunca, annemi ve kardeşimi de onunla barıştıracaktım. Her şeyi planlamıştım. Köşeyi dönüp eski mahallemize girdim ve apartmana yanaşınca aniden içimi bir hüzün kapladı. Aradan 7 yıl geçmiş, 28 mevsim devrilmiş, binalar dikilmiş, sokakların isimleri değişmiş, insanlar yaşlanmış, kimisi ölmüş, ama ben hala unutamamıştım!

Sonra birden ayaklarım geri geri gitmeye başladı. Hani olur ya, her şey yolunda giderken aksilikler arka arkaya gelir. Büyüyü bozmak istemiyordum, sorun çıksın istemiyordum. Sevgilim de telaşımı anlamış olmalı ki elime daha sıkı sarıldı. Apartmana girip merdivenleri çıkmaya başladık. Kapıya anahtarı taktığımda kilidin hala değişmediğini fark ettim. Bu koku da ne?!.. Salona girdiğimde gördüğüm manzara ile beynimden vurulmuşa döndüm. Babam yerde, beton zeminde yatıyordu. Suratı, soğuk kızıl rengiyle bana bakıyordu. Ellerimi yanmış derisinde gezdirmeye başladım. Benden akan iki damla gümüş gözyaşı, soğuk yanaklarını ısıttı. Üstünü örtmek istedim; görseniz nasıl buz gibiydi! Sehpada ona ait eşyalar duruyordu. Bir rakı bardağı, kitaplar, kirli tabaklar ve haplar… Sehpanın da bir kısmı tutuşmuştu.

Mutfağa girdiğimde yağlı bir çöp kokusu yüzümü yaktı. Kirli mutfakta, paslı lavabo ve kırık bardakla içilmiş çaylar. Ah be baba, şu kırık cam, o mühür dudaklarını kesmedi mi?

Buzdolabını açtığımda şaşırmadım. Yalnızca zeytinler vardı. Bir tabağa bile sahip olmayan, her yere saçılmış zeytinler. Bana “zeytinim” derdin baba.  Buzlukta beyaz bir zarf buldum. Sen bunu, tüm ev yanarsa en sağlam olacak yere mi koydun baba? Zarfı açarken saniyeleri saymaya başladım; ve onların, kalbimden iki kat daha yavaş ilerlediğini fark ettim. Boş bir kağıt ha! Önü arkası boş, koca hayatının özeti bu mu baba?

Belki de onun sorunu yalnız kalmak istememesiydi. Çok zekiydi; ama nasıl zeki! Zehir gibi… Ne kadar zor bir adam olduğunu biliyordu. Evrende onu bu haliyle kabul edecek insan azdı. O da bulduklarını kaybetmek istemiyordu. Karanlıkta korkusunu bastırmak için şarkı söyleyenler gibiydi. Ama öyle olmadı. Yalnız geldiği dünyadan, soğuk beton duvarlar arasında, yine yalnız gitmişti. Onulmaz bir acı, gelip göğüs kafesime oturdu. Ağlamadım… Ağlamak isteyip de ağlayamamak daha güzeldi.
2282656400_41d7bf98fc_oKomşulardan öğrendiğimize göre akşamdan yüksek miktarda alkol almış, evin her yeri metil alkol, ispirto kolonyayla ıslanmış… O mu kendini yaktı, yoksa yangın mı çıktı, kimse bilmiyor. Fakat bunu nasıl başardıysa yalnızca yerdeki beton ve kendi vücudu alevler içinde kalmış. Ölürken bile her zamanki rahatlığı, umursamaz tavrı üstündeydi. Evin diğer eşyalarına hasar gelmemiş. Mahalleli ne ışık görmüş, ne ses duymuş. Muhtemelen gündüz kendini ateşe vermiş. Böylece kimse alevleri fark etmemiş. Düşünceli babam, gece karanlığında kimsenin uyanmasını istemedi mi ki? Bu küçük olay bana çok dokundu. Ne apartmana, ne daireye bir zarar vermemiş. Acaba alevler bedenini sardığında aklından son geçenler neydi? Belki de ölürken, kendine durmadan ‘neden ben’ diye soruyordur. Yangın çok yeni… İki gün önce gelseydim, belki babamı kurtarabilirdim. Bu kadar gücüm var, ama onu kurtaramadım.

Birden odaya komşular doluşmaya başladı. Ağlaşmalar, titreyen beyaz suratlar ve tülbentini kafasına geçirip gözlerini yuman kadınlar. Öyle bir çığlık attım ki… Sonra kutuplarda vurulup kanlar içinde bırakılan ve tek başına ölen bir sansarınki gibi uzun hayvansı bir feryat daha çıkardım. Herkes sustu… Bir anlık sessizlik, ama bu öyle bir sessizlikti ki, on göğüsten solunan ağır sıkıntı olmasa ev boşalmış sanılabilirdi. Doğal felaketler öncesinde olduğu gibi ağır bir hava, tüyleri diken diken olmuş bir halde orada bulunanları kurşun gibi ağır mantosuyla sardı.

Babamdan bahsediyordum; ama ölmeseydi, onu bu kadar sevemezdim. Gerçekten hayatta olamaz mıydı? Ne yani… bizimle yaşayamaz mıydı? Bir hayvandan farkı olmasa bile, hiç mi yaşama şansı yoktu? Bu güzel adam, bu güzel günde, böyle ölmeyi hak edecek ne yaptı? Beni mi dövmüş? Hayır ben şikayetçi değilim ve herkesi de ikna etmeye talibim… Tüm yaptıklarına rağmen onu affedebilirim; zor olan onu affettiğim için kendimi affedebilmem değil mi? Bazen, tanrının iki tarafı da dinlemekten sıkıldığını düşünüyorum. Peki bu b*ktan dünya, babamı hak etmek için ne yaptı?.. Şimdi elimde bir fotoğrafı var. Bana zarar veremiyor, ama benimle konuşmuyor da… Keşke olsaydı. Bazen azarını bile özlüyor insan…

Babamdan üç ay sonra babaannem çok miktarda uyku hapı alıp intihar etti. Belki de babamın ölümünden kendini sorumlu tutuyordu.

Yıllar önce hastane ziyaretinde down sendromlu çocuklara acıyarak baktığımı gören öğretmen bana döndü ve gülümseyerek:
“Deliler, deli olduğunu bilmiyor, ve ölüler de öyle… Onlar son derece mutlular. Hatta senden ve benden bile…”

Babam da yaşasaydı, ama nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşasaydı. Çok üzüldüm, nefret ettim sonra bir an durdum, özledim… Uzun süre boş verdim ve daha bir sürü karışık şey. O sütten çıkmış ak kaşık değildi, ama ben de melek değildim. Hele kızgın, hiç değildim. Ona kızmak, bir kuşun ötmesine kızmak gibiydi. Onun doğası buydu. Bazen birinin sadece yaşıyor olması mutlu eder ya; babama karşı öyle hissediyorum…
49924082103_644254f160_b
Ölmüş olması aklımı karman çorman ediyor. Ne üzülebiliyorum, ne sevinebiliyorum; hatta ne hissedeceğimi bile bilmiyorum. Herkesin babası bir defa ölür. İnsan ilk kez karşılaştığı bir şeyle nasıl başa çıkacağını bilmiyor. Aşık olduğun insandan ayrıldığında yaşadığın tarifsiz duygulara benziyor; hastayken gördüğün kabuslara benziyor; tarif edemem. Bir rüyadan uyanıp heyecanla anlatırsın ya hani… Ancak dinleyenin, aynı heyecanı paylaşmadığını görünce yıkılırsın. O, senin rüyandır ve sana değerlidir; onun içinse herhangi bir şeydir. Bu senin baban, senin cenazen ve senin hayatın. İlk kez kendimi çocuk değil, büyümüş hissettim. En büyük acı, henüz yaşanmayanmış. Ve bu kez rüya değil!

Bir gün ikimiz odada yalnızken,
“Eğer benden tümüyle nefret edersen, dünyada sevebileceğin kimse kalmaz.” demiştim. Benden nefret ediyorsun değil mi baba? Cesedin gülümsüyormuş gibi geldi, babaların, saçmalayan küçük çocuklarına acıyan gülümsemesi mi bu? Ama ben seni bağışladım, hadi uyan! Bir gün kendisi de bağışlanmaya ihtiyaç duyacağı için seni bağışlayan insanım ben. Şimdi benim için kalk ne olur! Her uykunun bir uyanışı vardır; neden senin yok?..

Hala uyanmıyorsun? Oğlundan utanıyorsun de mi? Ben kötü biriyim öyle mi? Oğlunun pembe kıyafetler giymesini istemiyorsun? Neden bu hikayede hep kendimi anlattım, baba? Neden kız kardeşimi anlatmadım. Evin tek erkek çocuğunun farklı birey olması hayallerinizi mi yıktı?

Ellerini tutuyorum, buz gibiler… Bunlar senin ellerin mi baba? Bana bu ellerle mi vurdun? Bana nasıl kıydın baba? Suçum neydi?

Ben, en sevdiğim çiçeklerden yaptığım taçları mezarına atıyorum; sense, yağmur sesi gülüşlü oğluna tokatlar atıyorsun! Neden bana düşmansın, baba. Söyle neden!

Delirdiğimi düşünen sevgilim kollarımı kanatana kadar sıktı.
“Acını paylaşıyorum, hadi sarıl bana. Benim de babam öldü biliyorsun.” dedi.
“Evet, ama senin baban kollarında, sevilerek, mutlu, onurlu, zengin ve ileri yaşta öldü; benim babam yoksul, umutsuz, yalnız, genç ve kimsesiz olarak öldü.”

Bana öyle geliyor ki, herkes hayatını, başkasının hayatını mahvetmek için harcıyor. Seni ben öldürdüm değil mi baba? Kibriti ben çakmadım, ama seni ben öldürdüm! Artık tüm şehrin ışıklarının göz kırptığına inanmıyorum. Çünkü en güçlü kuşkuyu gerçeğe dönüştürmek için bir saniye yeter.
49718883066_2a51574bc0_c
Doktrin: “Onu unutmam gerektiğini bir türlü unutamıyorum.” – Akıl Defteri