Akşamdan divanın başucundan bir metre uzağa koyduğum saat çalmadan uyandım. Uykusuz kalmamın yarattığı sıkıntıya üzülmek yerine, uykumun hassaslığı ile övünürdüm. Hatta bazı sabahlar saatin saniyesinin çıkardığı tik-tak‘larını yatağımda yarı uyanık bir bilinç bulanıklığı ile duyumsar, zil çalmaya yakın yuvasına oturan mekanizmayı hissederek yataktan fırlardım.

Gece uykusunda omuzuma bir iki kez düşen sandıklı divan kapağı, her düşüşte bez kısmına topladığı yıllanmış toz zerreciklerini odaya kusuyordu. Divanın kitap rafı olarak kullanılan bölümünün üstündeki ağaçtan yüzeyde, babamın, onu çok sevdiği yıllarda kendi eliyle çizdiği annemin kara kalem resmi, çerçeve ayağı kırık olduğu için hiçbir değeri olmayan taklit bir vazoya dayalıydı. Kapağın üstünde çizikler ve kabuğunun kalktığı yerlerde ufak bereler vardı. Tepesinde iki iri çan takılı olan kurmalı saat, yanında civcivleri olan bir tavuğun yem yer gibi her saniyede başını bir yere indirip bir havaya kaldırmasıyla zamanın akmasını sağlıyordu.

Bir köşede çivisi çıkmış eski bir tahta sandalyenin başında ayaktan pedallı, ağır, demir yığını, mafsalları kırık bir dikiş makinesi üzerine çıkılmayı günlerdir beyhude bekliyordu.

Şu aralar sanayi dışından bir fabrikanın fason senkromeç işini yetiştirilmeye çabaladıklarından erkek kardeşim Mert geceyi işyerinde geçirmişti. Annem beyin tümörü teşhisiyle aylarca hastanede yatan küçük kız kardeşimi sabaha karşı uyutabildiğinden, onun yayları sırta batan yatağının diğer yarısına kıvrılıp kalmıştı. Doktorların en son “Artık size emanet, son zamanlarını evinde geçirsin fakir.” diyerek eve yolladıkları kız kardeşim zayıf, solgun, beyaz yüzünde acı bir gülümsemeyle kaymış gözlerini tavana dikmiş gördüğü sanrıları sayıklıyordu. En son bir gün önce evden çıkarken “Hakan Abi! Bana gelirken pembe pamuk şeker alır mısın?” diye çınlayan sesi; kilise çanına ilk vurulduktan sonra sağlam tespitlendiği demir zembereği yankılatarak tansiyonu geçene kadar azalan sesi gibi kulaklarımda yankılanıyordu. Üstü tüylenmiş kahverengi battaniyeyi üstlerine örttüm. Şerminin soğuk mavi damarlı yanaklarına bir buse kondurdum ve dayanamayarak odadan çıktım.

Hayatının çok kısa bir süresini beyaz olarak geçirmiş olan tişörtümü sırtıma geçirdim. Soluk renkli mavi kot pantolonumu giydim. Mutfağa seğirttim. Evde yalnızca ekmek, margarin ve salça vardı. Yiyecekler için kullandığımız üzeri bezle örtülü ekmeklikten aldığım somuna biraz salça sürüp çıktım muftaktan. Bej renkli cırtbantlı spor ayakkabımı giyerek sanayinin yolunu tuttum.

Her yüzeyinde kırmızının ayrı tonunu barındıran eski hurdahaş otobüse duraktan en önce ben bindim. Arkaya ilerleyerek en dipteki koltuklardan birine çöktüm. Yapışık beşli koltuğun altında konuşlanan iri motorun homurtusundan ve egzoz dumanının cama çarpan isli kokusundan camların rengi bile koyu içilen çay rengine bürünmüştü.

Rüzgarla savrulan rengarenk çiçekleri adam boyu lastiklerini asfaltla anlaşır gibi altına alan bu canavar makine hiçbir zaman çoğalamayacak goncaların ömürlerini verdikleri en acı yerlerdendi. Çok az daha iyisi ölüye rahmet okutan mezarda hüzünlü bir kara çelenkten bize bakan, az daha iyisi üçüncü sınıf makyajlı, aynı sakızı saatlerce çiğneyen, terliklerini yere sürüye sürüye yürüyen, kıçına çiçek desenli şalvar geçirmiş bir şoparın kulak arkası, biraz daha iyisi bir düğünde gelinin ellerinden havaya rüzgarla savrulan renkli tanelerden her biri bir yıldız, çok daha iyisi herkesin ilk aşkı olan sevgilisinin buğday tenli ince parmaklarında son bulması… Ama en iyisi de çileli bir annenin kına kokan, şefkatli ellerinde yeniden doğmasıydı!

Sanayi durağını kaçırmamak için gözüm penceredeydi. Babamla birkaç yıl önce fuara gittiğimiz günü düşündüm: Otobüsten son durağı kaçırma korkusu olmadan yolculuk etmek, babamın ineceğimiz duraktan önce bir kolu ile otobüse tutunurken, tek kolunu da bana uzatıp dizine basarak ona tırmanıp beline sarılmamı sağlayışı, inişe hazırlanmamız, beni kucağına alarak otobüsün o yüksek üç basamağından indirişi güven vericiydi.

İnerken babamın kahverengi koca ayaklarına bir numara büyük gelen tokayla birleştirilmiş kayışıyla mütevazı sandaletine takıldı gözüm. Sonra onun evde banyodaki gereçlerini düşündüm: Islak, altı sünger, solgun rengi açık maviye dönmüş, yazıları silinmiş terlik; sen minik sevimli karakterli bir bornoz kullanırken, o her yeri hav içinde bırakan bazı yerleri yıkanmaktan delinmiş kahverengi büyük bir havlu kullanır. Vücut ve saç için iki ayrı şampuanın varken onun sabunlukta eriyen pespaye yeşil bir sabun kullanması içini acıtır. O mu daha iyi yapıyor acaba sen mi? Hanginiz acınacak haldesiniz?

Düşünmeyi unutup kendi ayakkabılarıma göz ucuyla baktım. Üstü ve çoğu kısımları siyah, tabanı yaldızlı gri renkte, bağcıklı bir spor ayakkabı. İlk alındığı gün sevincimden durmadan silip tozunu almıştım. İnsan bazı eşyalarını öyle sever ki, onları satın aldıktan sonra sırf başkaları görsün diye değil, kendisi de her defasında gözüne gözüksün diye kullanır ve yanında taşır. Hatta işi ileriye götürerek duygusal olarak bağlanıp o çok sevdiği eşyasını başkasına vermekten kaçınır. Natürmorta meraklı bir ressam gibi hastalıklı bir aşk ile kıskanır o cansız sevgilisini. İlk günlerde bağını gevşetip yavaşça elle çıkarıp giydiğim pabuçlarımı, eskidikçe önce bağlarını göz kararı bir gevşeklikte bırakıp kolayca giyip çıkarmaya, daha sonra ise çıkaracağım zamanlar bir ayağımın burnunu diğer ayağımın tabanının az üstüne bastırarak ayağımdan atıvermiştim. Bugüne kadar neyin değerini bildim ki?

Fuar’ın kalabalığı panayır yerini andırıyordu. Sol tarafımızda alev yutan adam ve yanındaki upuzun bacaklı çocuk birlikte geziyordu. Kırmızı yuvarlak burunlu palyaço kız çocukların yüzlerini boyayarak her tarafı yavru palyaçolarla dolduruyordu. İlk boyadığı çocuklarda makyaj çok gerçekçiyken kuyruğun bitmek bilmeyen sonuna doğru boyadığı çocuklar soytarıya dönmüş, suratlarını silmesi için annesinin eteğine yapışarak ver ediyordu çığlığı; basıyordu avazı!

Jölenin olmadığı, limonla ıslatılmış, dört büyük takımın renkleriyle boyanmış yarısı ince, yarısı kalın dişli plastik taraklarla taranmış saçlarda meyve pulpuna rastlamak olağan bir şeydi.
Seyyar satıcılar arasında pamuk şekerciye ilişti gözüm. Kalın, dört yanı düz, kenarları hafif pah kırılmış, kare tahtadan yapılmış uzun sopasını sallayarak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sopasında birbirine eşit oyulmuş muntazam delikler vardı. Kırka yakın pamuk şekerin otuz kadarı pembe, on tanesi ise beyaz renkliydi. Şekerin pembe pamuğunun dönerek sardığı  bayağı çıta, kalın sopadaki o dörtköşe deliklere oturmuş, yere paralel sallanarak bir çocuğun ağzında erimeyi bekliyordu. Şekerin etrafında ince bir jelatin kapatılmış ve küçük bir metal kulakçık ile çıtaya tutturulmuştu. Bir tane pembe aldım. “Erkek rengi” değil, ama olsun. Daha ilgi çekici! Belki beyazlar az diye adam da pembeye uzandı zaten.

Parmak izlerimden bir hafta çıkmayan kirlerin sorumlusu mesleğim; otomobil merakım beni bırakır mı? Babamla çarpışan otolara doğru yürümeye başladık…

Otobüs Sanayi’ye vardığında düşlerim rüzgarla dağılan yalancı yağmur bulutları gibi her yöne kaçışarak yok oldu. Babam annemi terk ederek eve uğramayalı üç yıl olmuştu ve koruyucu kanatların altına alınmaya gereksinimi olan ben, kanatlarımın altına aldığım aileme bakmak zorundaydım.

İnerken şoföre istem dışı bir hareketle el ettim. Tamirhaneye vardığımda ustam içerde, soğuk demir kokan külüstür bir kamyonetin altında sol elinde levye, sağ elinde çekiçle aracın dorsesine indirdiği her darbe sonrası gözlerine kaçan kum ve çapak parçalarına sövüyordu. Küçük toz parçalarının çizdiği göz beyazının içindeki siyah bebeğini döndüre döndüre bana baktı ve: “Nerde kaldın lan?” dedi. Ardından “Hadeee!” diye ekledi. Hızla aracın altına yattım. İşte güzel(!) bir gün daha başlıyordu…

O araç çıktıktan sonra öğleye doğru ustam beni Tornacı Çelebi Usta’nın yanına bir pafta açma işi için gönderdi. Erkek kardeşimin yanında çırak olarak çalıştığı Çelebi Usta elli yaşlarında, kalın bıyıkları olan, kaşlarının bazılarının saçlarıyla bütünleşmek üzere alnına kadar uzandığı, şakaklarına kar yağmış ama bu görünümün onu çok telaşlandırmadığı bir adamdı. Dişleri sigaradan koyu turuncu renk almış, kulaklarındaki ve burnundaki kılları almayı hiçbir zaman düşünmemiş, bakımsız bir adamdı. Gözaltı torbalarının üstüne yerleşmiş gözleri, içinde siyah, gri, açık yeşil harelerle, bir tavus kuşunun kuyruğundaki tüyler kadar parlak ve capcanlı bir yeşil tonuydu. Aynı gözü normal bir kadına yerleştirseler dünyadaki en güzel bakışlara sahip kadın olabilirdi. Bu çirkin adamın, bu boncuk gözleri doğanın ona en güzel armağanıydı. Normalde kimseyle pek geçinemeyen Çelebi usta ben geldiğimde yeşil gözleri parlak renge bürünüyor, büyüyen göz bebekleriyle hemen bana çay ya da başka bir içecek ısmarlayarak oturmam için yarı havaya açtığı avucuyla sandalyeyi gösteriyordu. Bazen gösterilen bu özen beni utandırır, bazen de şımartırdı. Karısı altı sene önce bir trafik kazasında ölmüş, o zamandan beri bir daha hiç evlenmemiş. Onu yıkan o olaydan sonra hayata küsmüş ve iki yıl boyu kimseyle konuşmadan, yalnızca uzaklardaki tepelerde, dağlarda durmadan uzun uzun yürüyüşler yaparak zamanını geçirmiş. İşte o gün bu gündür ona “Çelebi” deniyordu. Aslen doğudan göç etmişti. Türkçe’yi çok iyi konuşamazdı. Bu kez gittiğimde de bana takılmadan edemedi. Biraz aksak; “La neden bembeyaz giyiniyorsun oğlum, sen aşçı mısan, doktorsan?” diyerek beyaz giymeme takılarak sorduğunda ben de ona “Evet. Ben de otomobil doktoruyum.” diyordum.

Ben insanların gözlerinin içine bakmaya utanırdım. Ya kafamı başka yere çevirir ya da gözünün içine bakmak zorundaysam göz bebeklerinin içindeki yansımada kendimi görür, aslında bir aynada kendi hayalimi izler gibi dalar giderdim. İşte yalnız Çelebi Usta’nın hipnoz etkisindeki yeşil gözlerinde bunu beceremezdim.

Çelebi Usta’mın sayesinde işe alındığım tamirhanede ilk haftalığımı aldım. Ustamın elini öptüm. “Bereket versin usta.” dedikten sonra üstümü değiştirip dışarı çıktım. Kardeşim mesaiye kalacağı için eve tek başıma gidecektim. Sanayinin kir, yağ ve egzoz buharından kayganlaşmış, asıl rengini yitirmiş, sahte parlak sokaklarından hızla çıktım. Yürüdükçe arkamda bıraktıklarım küçülüyordu. Onlar küçülürken ben büyüyordum. Babam yoktu, evin erkeği bendim. Şermin’e söz verdiğim pamuk şekerden alabilecek param vardı artık.

Ana caddeye çıktım. Şehrin yalancı ışıkları vitrinlerin camlarına yansıyordu. Parkın oraya doğru yürüdüm. İşte her zamanki yerindeydi. İki tane aldım. Birisi pembe, diğeri beyaz. Sevdiğim pembeyi ona götürecek, ben de beyazın yarısını yiyecektim. Kalan yarısını Mert için saklayacaktım. Otobüse atladım…Mahallemize yaklaştığında hızla otobüsten indim. Ayakkabılarımın burnuna çarpan taşlar savrularak yol kenarlarındaki çalılıklardan ses çıkarıyordu. Ömrümün en uzun yolunu koşmama hiçbir şey engel olamazdı. Bir film şeridi gibi yaşadıklarımı düşündüm. “Hayat benden nefret etti; çünkü hep dikine gittim.” Felsefesi artık benim için geçerli değildi. Kardeşim belki iyileşebilecekti. Ona pamuk şekeri verdiğimde yüzü gülecek, her iki dudağının kenarlarında birleşim kıvrımları en üst noktasına kadar yükselecek, küçük parlak dişleri, dişlerinin altındaki tırtıklardaki ıslaklık bana bir başka görünecekti. Bir hafta çalışmıştım. Olsundu! Gerekirse bir ömür çalışabilirdim. Evimize ben bir başıma bile bakabilirdim. Şermin iyileşirse anneme ev temizliklerinde yardım da ederdi. Rahatlıkla geçinebilirdik. Neden hayat hep aksiliklerle dolu olsun ki. “Bak! Hayatın bir de bu yanı varmış.” diye düşündüm.

Köşeden döndüğümde bizim ev gözüme hiç olmadığı kadar uzak göründü. Hızla yürüyerek yeşil boyası dökük, çevirerek açılan yuvarlak bir elciği olan kapıyı hızla çevirip içeri girdim. Oda karanlıktı. Işığı açmadan yavaşça ilerledim. Üstümü değiştirdim. Temiz giysilerle karşısına çıkmak istedim. Tamirhanede bu kadar ezildiğimi bilmemesi için her gün evde çıkarken “Kırtasiyede iş buldum.” diyerek çıkıyordum.

En güzel giysilerimle odasına girdim. Beni bekliyordu.  Sol elimle arkamda sakladığım pamuk şekerlerle yavaşça yürüyerek ona yaklaştım. Şermin yataktaydı. Birden öne çıkararak iki elimle birden pamuk şekeri ona uzatarak “Sürpriz!” diye bağırdım. Tepki vermedi, oysa iki gözü  de açıktı. “Şermin” dedim. “Şermin bebeğim.” Konuşmuyordu.. Anneme seslendim. Duymadı. Uykuda mıydım? Ona yaklaştım, boynuna sarıldım. Küçük, yanağına yapışık memeli, ayıcık küpeli  kulağına usulca fısıldadım. Kardeşim! Geri kalktığımda boynu sağ yana düştü. Ağzında kan ve bozuk yiyecek kalıntıları vardı. Ellerini tutmak istedim; kaldırdıktan sonra kendiliğinden yatağa düşerek çarşafta çukurlar oluşturarak buruşmalar yaratıyordu. “Anneeee!” Annemi çağırıyordum. Annem nerede?

Kustum. Sol elimi saçsız sarı derili kafasından, yukarıdan aşağıya, çipil gözleri, minik burnu ve yarı açık çenesine kadar yüzünden geçirdim. Ölmüş birinin gözlerini yumar gibi…Doktrin: “Ölüm hayatta büyük bir kayıp değildir. Asıl büyük kayıp, yaşarken içimizde ölen şeylerdir.” – Norman Cousins